Eşitleniyorlar, görüyorsunuz değil mi? Veya hep bir yerlerde “eşit”tiler, ve biz görüyoruz yavaş yavaş işte... İnsanlar, bütünüyle aynı artıları ve eksileriyle eşitlenmezler. En dengede olan terazi bile, tamamen aynı doğruları ve aynı yanlışları tartmaz karşılıklı kefelerde. O yüzden “cesaretli” olamamak” ve “kendini bütünüyle açamamak” aynı kefeye konur mu derseniz bana, aynı kefeye değil ama ayrı kefelerde birbirilerini dengelerler derim size... Defne’nin yapamadığı ve Ömer’in yapamadığı ayrı şeyler; ama Defne ve Ömer de ayrı, hatta apayrı karakterler. Daima tetikte tutan sert bir espresso ve sakinlik veren, “yatıştıran” papatya çayı gibiler...

Bazen çok fazla yaklaştığımızda, göremez hale geliriz gözümüzün önündekileri. Okuyamayız satırları, buğulanır harfler, birbirine girer kelimeler. Ekseriyetle Kiralık Aşk’ın içinde de bunu yaşıyoruz biz işte. Çok fazla içindeyiz, ve fazla içselleştirmekten körleşiyoruz aslında gün gibi açık olan gerçeklere. Gün gibi açıklar, ama katran gibi de kapkaralar aslında. Defne’ye mesela kızıyorum ben, hala bu sırrı dikenli bir top gibi tutuğu için aralarında... ama bu kızgınlık; anlatmayıp kaçtıkça o dikenleri eritemeyeceğini düşünüp çok fazla üzüldüğüm için. Ve fakat onun haklı da olduğunu biliyorum. Biraz uzaklaşınca kelimeler netleşiyor, sis kalkıyor. Aynı şey, ketumluğunu, dudaklarındaki kilidi kıramadıkça kalbimi kıran Ömer için de geçerli. Hatta, fesatlığının sınırlarını bir türlü esnetemeyen Sude İplikçi için de. Hani şu, İplikçi isim tamlamasının iyelik yönünden bütünleneni değil bütünleyeni;  “tamlanan”ı değil “tamlayan”ı olmak isten kuzen İplikçi için. 

Bir açıklanma bölümüydü izlediğimiz, bu yüzden. Herkes kendince yapamadıklarını neden yapamadığını anlattı, çok fazla yaklaşıp görmeyi unutanlarımız için. Defne Sinan’a anlattı, neden anlatamadığını. Sude Ömer’e anlatı, bir bakıma neden iyi olamadığını. Benim bir kefesine “küçük kardeş kıskançlığı”nı koyduğum teraziye; o “küçük kardeş olup ağabeylik görmemeyi” koydu kendince. Haklı mıydı? Bence değil. Ama kendince, belki biraz da olsa evet. 

İyilik bulaşıcıdır. İnsanların bir kısmı, iyiliğin kendisine bulaşmasına izin verir; diğer kısmı ise o iyilikten ortalıkta gezen bir mikropmuş gibi kaçmayı seçer. Sude ikincisinden. İyi olmaktan feyz almayı bilemeyenlerden. İyiliği paylaşarak büyütmek yerine, kötülüğü yayarak iyiliği yenmekten “mutlu” Sude. Çünkü mutluluk tanımı, kazanmak. Sözlüğünde şimdilik başka bir karşılığı yok. Bu yüzden Ömer’in dediği gibi, söyledikleri için mahcup olacağı gün, bugün değil. Yarın belki, veya daha ilerideki bir gün. Ama evet, o gün bir gün gelecek.  Bambaşka biri ile, mutluluğun bambaşka bir tanımının da olduğunu öğrendiğinde... 

Peki Ömer için ne zaman gelecek? Neden şimdi değil? Her şeyin bir zamanı, bir sırası... ve bir sebebi olduğu için, sanırım. Ömer annesini Defne’ye anlatmıyor, üstelik kaç kez dilinin ucuna gelmesine rağmen, ama bunun da bir sebebi var işte. Zamanında İz’e ‘Gurur ve Önyargı’yı alırken ses edememesinin; ruhunu hasta, omurgasını unufak etmesine rağmen “güveniyorum” diyememesinin bir sebebi olduğu gibi; Ömer’in atması gereken adımları atamamasının hep hayırlı sebepleri var: Ona bu eksikliklerinin içinde yarattığı boşluğu göstermek, onu büyütmek. Büyümesi gerekenin hep Defne olduğunu söylüyoruz ya ekseriyetle... Yanlış. Bu Defne kadar, hatta belki ondan bile çok, Ömer’in büyümesinin hikayesi. Güvenmeyi, kaplumbağa kabuğundan çıkmayı, ışıkları yakmayı, hayat geçmeden, kuşlar uçmadan daha hızlı yürümeyi öğrenmesinin hikayesi... 

15 Mart’ın fısıldayan kavaklarının yanına; bir tabak pazı dolmasını, bir tutam gözyaşını, ve bir sıcak kucağı yazan hikaye...



Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER