Kolaymış değil mi? Basitmiş işte gönül almak, mutlu etmek, küsü küs olduğu yarenle barıştırmak. Ekseriyetle buydu düşündüğüm hep, 38. bölümü izlerken...

Yazar hüzün denizlerinden çıkamadığı için başa dönemiyor, konuya giremiyor farkındaysanız! Hayır ağlamıyor, gözüne sadece neredeyse kırk bölümdür beklediği dolma kaçtı o kadar! 

Defne’ye “Nihan’la siz..?” diye soru soran Ömer’ dönmek gerek aslında mesela... Defne’nin hayatını zinhar merak etmediği, nedir ne değildir bilmediği, ve anlamayı da aklından geçirmediği addedilen Ömer’in; fark etmeden, hatta o sahnelerin yüksek ısısı sebebiyle fark bile ettirilmeden attığı minik minik adımlarına... Evet, Defne’yi “sana ihtiyacım var” deyip evine getiren Ömer’in önemsiz gibi görünen sorularına bile takılıyorum ben; çünkü önemliler kadar önemsizler de hayatın bir parçasıdır. Devamı gelmese bile, onun gibi sohbetler hayatın gerçek yüzüne ayna tutar.... Tıpkı Milena’sının koltukta oturuşunu, mektup yazışını, kalem tutan o güzel elini, dalıp giden yüzünü, uykuya dalışını bütün gün izleyebilecek mutlu bir ayna olmak isteyen Kafka gibi. Ne kadar da Defne değil mi? Ve aslında, zamanında ona güvenememenin ızdırabı ile tuz buz ettiği camın önünde, karşıdaki boş odaya bakıp Defne’yi hayal edişi gibi, ne kadar da Ömer?

“Denizin dibindeki avuç içi kadar bir yer okyanusun baskısına nasıl dayanıyorsa, sen de öyle dayanıyorsun Milena. Yaşam, rezillik aslında, bunca çirkinlik içinde insanlara dayanabileceğimi, ummazdım bugüne kadar, utanç duyardım; ama sen bir şey öğrettin bana: Dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş.” diyor Kafka. Bunca çirkinliği sürekli yaşıyor Ömer’le Defne, aynen yıllar önce Kafka’yla Milena’nın yaşadığı gibi... Kumpaslar, hainlikler, hayat olduğu haliyle yeterince zor değilmiş - ya da o hayatın içindeki mevcut kötüler onu yeterince zor hale getirmemiş- gibi; yenileri ekleniyor, kötülüklerini yaymak için. Ömer’le Defne’nin Deniz ve Sude’nin tuzağına düşmekten İso sayesinde kurtulabilmesi adeta bir masalı andırıyor bu yüzden. Kötü cadı ve hain kurttan son anda kaçan masum kuzular, belki şimdilik güvende... Ve önlerinde daha da çok engebe var, ama bu bir masal da işte! Ne demiş “anlatıcı” İso? Bizim hikayemizde hep iyiler kazanır!

Defne’ye “git konuş onunla...muhattap ol, işini mesajla, mektupla halletme!” diyen İso, bin şükür ki sen bu hikayenin yalnızca anlatıcısı değilsin. Defne’ye ihtiyacı olan dostsun işte, hep beklediğimiz. Adeta ekran başında her birimizin söylemekten belki aylardır dilinde tüy bitenleri söylediğin için cansın İso, başka hiç bir şey için bile değilsen... Bu bana, Ömer’in çevresinde senin gibi birisi  belki de hiç olmadığı için kendisi ile ilgili en özelini, ona en özel olan insanla bile paylaşmakta tereddüt ettiğini düşündürüyor işte... 

15 Mart’ı, annesini, onu ne kadar özlediğini, hatta bir ihtimal son günlerini daha doya doya geçiremediği için ardından yaşadığı vicdan azabını anlatamıyor Ömer Defne’ye... Kızdırıyor mu bu bizi? Evet. Bahçede biten ayrıkotu gibi giriyor mu sarı papatyaların arasına? Evet... Ama aslında hiç de şaşırtmıyor beni. Bu hikayenin ruh hali, kararları, hatta ses tonu bile takip edemediğimiz hızla değişen tez canlı, coşkun kahramanı Defne’nin aksine; Ömer adeta bir “kaplumbağa” yüreğinde... Her şeyi içine içine atmaktan kabuğu bir kaya gibi sert. Adımları yavaş ve temkinli; çünkü daha hızlısı, daha cesaretlisi için onu yüreklendiren bile olmamış. Koskoca “yere bakan yürek yakan zeytin gözlü prens Ömer İplikçi” belki kendisi; ama gerçekte, sevilmek ve hatta sevmek konusunda en az kabanının kuşağı çözülünce eli ayağına dolanan Defne gibi çocuk, acemi ve toy. Evet kızamıyorum işte ona bu yüzden. Defne’ye anlatması gereken şeyleri anlatamadığı için kızamıyorum, kırılamıyorum çok uzun süre, ve aynen Ömer’e gerçeği anlatabilmenin bir yolunu bulmaya eli hala gitmeyen Defne’ye kızamamama, kırılamamama çok çok benziyor bu...



Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER