Ömer İplikçi bile çaresiz kalabiliyormuş
Bir bulma misyonu edinmişti Ömer, onu çok da yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Ancak Defne’ye bunu yaptıran ana nedeni bulamasa da, Defne’nin çözümsüzlükleri içinde yuvarlanarak düştüğü boşlukta bir seferliğine de olsa kendini de buluverdi. Kendi becerisi ve zekası ile düştüğü yerden kalkmasını bildi fakat Defnesinin henüz bu kadar güçlü olamadığını, bebek adımlarıyla ilerlemeye çalışıp her an tökezlemeye müsait olduğunu da göz ardı etmez dilerim ki. Yoksa keşke mağlup olsaydı da Defne ile eşitlenseydi, onun zamanında içine düştüğü durumu anlasaydı diye hayıflanacağım.

‘Bu’ Defne çok iyi geliyor çünkü Ömer’e. Birbirlerine iyi gelmeyi de dilemişti ya zaten. Geçen haftadan beri, koca yüreğiyle, Ömer’e sorgusuz sualsiz sunduğu güveni ve inancıyla onu sarıp sarmalıyor. “Ne yaparsan yap doğru olacağını biliyorum. Sen halledersin, sana inanıyorum.” cümleleri kadar insana hem sorumluluk yükleyen hem de müthiş huzur veren başka bir şey yoktur sanırım. Ömer, en sevdiğinin en zor anında güvenecek liman olarak, her şeye rağmen onu seçmiş olmasının verdiği mutluluğu tatmıştı zaten. Koşulsuz güven hissiyle kollarına atılan bu küçük kız çocuğu şimdi ona kucağını açıyor. “Sen bir yolunu bulursun, sen halledersin.” diyerek sunduğu sınırsız güvenin bir kısmını da hak etmiyor mu ‘artık’ bu Defne?

Her ne kadar Ömer, klasik müziğine eşlik eden, Defne’nin, ne anlattığının pek de önemi olmayan, ama o soğuk evin duvarlarını bile ısıtan sesinden başta bir rahatsız olsa da anlıyorum sanırım ben onu. “(…) Bu nefret filan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımdan küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum. Bütün bu beynimde geçenleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini.”** demiş Sabahattin Âli. İnsan bazen gerçekten de etrafında kati bir yalnızlık istiyor. En sevdiklerinin, en doğal ilgisi bile yük geliyor bazen. Uyuz bir köpek gibi bir köşede dursa, kimse de ona ilişmese… Yalnızca kendi kafasında rotasını çizdikten, suları durulduktan sonra, gözünü dış dünyaya açıp o ilginin içtenliğini ve kıymetini anlayıp karşılığını verebiliyor. Şükür ki artık gözünü her açtığında, etrafında ona yakın, aklından geçenleri uzun uzun anlatsa dinleyecek, anlatmasa da gönül koymayacak olan Defnesini buluyor.


Akşam güneşi güzele vurur!

O da farkında olmadan öylesine alışmış ki bu duruma, Defne’nin bir dejavu hissiyle evden habersizce çekip gittiğini zannettiğinde ölesiye panikliyor. Hangimiz paniklemedik ki zaten? Tramba’nın Defne’ye bir kötülük yaptığını, onu kaçırdığını filan düşünmedik hiç. Anında zihnimize o kötü anıların karabasanları üşüşüverdi. Görünürde bütün şartlar aynıydı. Neriman ile konuşan Defne,  alışveriş yapıp eve elinde çiçeklerle gelen Ömer ve boş evde yankılanan, karşılıksız kalan çağrısı… Ama bir o kadar da farklıymış işte; büyüyen Defne, kendini dışarıdan gelen tehlikelere karşı kapatmayı, Ömer’in aşkını bir zırh gibi giyinip huzurla önüne bakmayı öğrenmiş işte.

Defne, Ömer’i güldürmeyi de geçirmişti gönlünden. Bu hafta hele bunu adeta misyon edindi kendisine, başardığı anlarda kendi de mutlu oldu. “Sen hep gül, her şey iyi olacak” Ama en büyük mutluluğu sadece mevcudiyeti ve gitmeyişiyle yaşattığının da farkında tabi. Ömer’in yüzünde açan güller, ellerindeki laleler, bahçede her biri Defne’nin başka bir tonunu temsil eden rengarenk çuha çiçekleri derken, onlar benim dilediğim o ortak habitatı çoktan kurdular bile. Artık Defne’nin o evden hiç gitmemesi için var olan onlarca nedenin yanına bir yenisi daha eklendi. Defne olmazsa olmaz, o olmadan da o çiçekler büyüyemez! Daha bir sürü yeşillik, domates, biber, salatalık da ekecek sözü var hem!


* Ülkü Tamer, Bruegel
**Sabahattin Âli, İçimizdeki Şeytan
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER