Bir masaldı bu evet, mutlaka fark ettiniz. Bir ‘elf’i vardı mesela bu masalın, alışılageldik bir elfe benzemese de gördünüz onu. Ömer’e belki en karanlık anında elini uzattı, ve avucunun içine Anka kuşunu koydu. Simurg. Kanatlarını açtığı zaman, dünyadaki bütün bitkilerin tohumlarının döküldüğü, bu tohumların dünyanın dört bir yanına saçılıp şifalı bitkiler büyüttüğü, böyle böyle dünyadaki bütün hastalıklara şifa olan Anka kuşu...İyi kalpli bir kuş yani!

Bu kuşu tanıyan? ;)

Minik Anka kuşu; başucuna konduğu annesini iyileştiremedi Ömer’in. Onun çok da uzağında olmayan bir başka Anka kuşu ise; kanatlarını açıp tohumlarını toprağa dökmeyi, o topraklarda yetiştireceği şifalı bitkiler ile önce baş ucundakilere, sonra tahmin bile edemeyeceği kadar uzaktaki yakınlara şifa olmayı bekliyordu...

Defne’nin kanatlarına tutunduk bu bölüm. Anka kuşu göğe yükseldi, ve kuş bakışı ile bize aslında bütün hikayenin, rengi parlak bakırdan olan bu kanatlar üzerinde yükseldiğini gösterdi... Efsanelere göre bilgeliğin, kendini aramanın, ölümsüzlüğün sembolü olagelmiş Anka kuşu; Kaf dağında yaşar, bir tür ateş olup kendi kendini yakar ve kendisinden yeniden doğardı. Aynen kanatlarını çırptığında döktüğü tohumlarla dünyayı iyileştirirken, kendi karanlığından ancak kendi kendini ateşe vererek çıkmaya çalışan Defne gibi... Babasının, annesinin gidişine rağmen yıkılmayı reddeden; ‘hiç mi sevilecek bir yanım yok’ derken vazgeçmek yerine onu hala sevenler için yaşamaya devam eden; yanında kalanlar için kendisinden vazgeçen, ama ne yaşarsa yaşasın bir ağaç kavuğuna sinmek yerine her defasında yeniden göğe yükselen ve kendini yakarken her defasında dünyaya derman olan Defne gibi...

Ömer’in önünde uzun bir ömür vardı; öfkelerle, acılarla, kayıplarla bezeli olan; ve bir gün ansızın, vakur fakat yalnız kalbine konuveren ‘yalancı kuş’un aslında onun Kaf dağının Anka’sı olduğunu yavaş yavaş, düşe kalka anlayacağı bir ömür... 

Velhasıl bu hikaye, tüm hikayenin özeti gibiydi... Hep bildiğimiz şeydi. Sadece hep bildiğimiz şeyi, Anka kulunun kanatları altında, göğün farklı katmanlarına çıka çıka izledik. Yıllar yıllar geçti. Kuş yükseldikçe yükseldi. Sonra geldi, çocuğun şemsiyesine değdirdi kanatlarını. Bir daha geldi, puslu bir kış sabahına bakır rengi bir güneş gibi doğdu. Anka fark etmeden, dünyanın dört bir yanından topladığı şifalı tohumlarını serpti, güçlükle ayakta duran çocuğun toprağının üstüne. Onu uzaklara yolcu etti, ve kanatlarını açtı göğe doğru bir kez daha... 

Döndüğünde, onun kendisini kanatlarından tutup gökyüzünden yanına çekeceği, ve dudaklarına yapışırken hayatlarını birbirlerine tutkallayacağı Manu’nun kapısına doğru uçmak üzere... 




Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER