Hilalin gölgesinde bir Diriliş Ertuğrul seyrettik bu
hafta. Canımız Artuk Bey, Ertuğrul Bey’i alıp Aksakallılar meclisine götürdü.
Çok da güzel oldu. Oğuz Beylerinin katıldığı meclisteki konuşmadan şu bölümü
çerçeveletip duvara asmayı öneriyorum:
“Yeryüzünde bir Türk bile
yaşıyorsa, bizim için bir devlet var demektir! Devlet Türk'ün ruhudur ve her
Türk bir devlettir.”
Gönül telimizi titreten
bu Aksakallılar meclisinde Oğuz Beylerini öyle sıra sıra dizilmiş gazâ ve
şahadet için hazır halde görünce aklıma Arif Nihat Asya’nın bir şiirinden, başlıktaki
bu mısra geldi.*
Yazının başında belirtmek
isterim ki dün iki Diriliş seyircisinden mesaj aldım. Biri, o mecliste asılı
duran amblemdeki hilallerin iç içe olması gerektiği ile ilgiliydi. İletmiş olalım.
Aslında -eğer bir yanlışlık varsa- bu kadar basit bir hata yapılmış
olabileceğini sanmıyorum açıkçası. Belki hikâyenin kurgusal boyutuna atfen
ekibin tasarrufuyla yapılmış bir değişikliktir. Bir vesileyle yanıt alırsak
toplu aydınlanma yaşarız diye tahmin ediyorum. Bir diğer mesaja ilerleyen
paragraflarda değineceğim. Az sonra..
Yüzümüzde güller açtıran
bu sahneden sonra gelelim ruhumuzu kapana sıkıştıran Dodurga’ya..
Obada yine olaylar olaylar..
Gündoğdu Bey ve Goncagül
Hatun izdivacının ilk adımları atıldı. Fakat içimden bir ses diyor ki o izdivaç
gerçekleşmeyecek. Selcan orada ağzını bir kez bile açmayıp mazlum mazlum dururken
elbette kazanan o olacak. Tam öyle olmasa da bir atasözünde der ki “ağlayanın
yâri gülene hayretmez” (ben yaptım oldu). İşte orada gözü yaşlı ve her durumda
kocasının başkasıyla saadetine göz yuman bir Selcan Hatun var. Bu durumda
senariste düşen o mazlumu muzaffer olanlardan eylemektir. Bi düşünün bence.
Selcan bunca kendine hâkim
olur ve Gündoğdu’ya verdiği sözü tutmaya çalışırken, Goncagül ikide bir başını
yuvasından çıkaran zehirli yılan misali Selcan’ı sokmaya çabalıyor. Dünyaya
dair, dönüp dolaşıp önünde diz çöktüğüm bir gerçek var ki o da şudur: Min
şerri’n-nisâ!
Kadının kadına yaptığını
kimse yapmıyor buna inancım sonsuz. Görüyoruz ki bu yüz yıllar önce de
böyleymiş, bugün de öyle. Elbette bunun erkek versiyonu da var ve hem de çok.
Ama kadınların birbirlerine bunu yapmaları çok daha korkunç bence. İş için,
kariyer için, çocuk için, eş için, sosyal hayattaki konumları için
birbirlerinin sırtına basarak ilerlemeye çalışmalarına inanamıyorum. Kadın
hakları savunucularının bilhassa bu hususta -kadınlar arasındaki korkunç güç
savaşlarına dair- bir çalışma yapmalarını oldukça gerçekçi ve samimi bulurum
açıkçası.
Gündoğdu’nun Selcan’a
yeniden yakınlaşmasına tanık olan Goncagül, işte bu güç savaşlarında aklını ve
vicdanını yitiren bütün kadınlar gibi Selcan’a iftira atmaktan ve bunu herkese
yaymakla tehdit etmekten geri kalmadı. Kendi saltanatı için Korkut Bey’in
hatununu canından eden Aytolun’un yeğenine elbette bunu çok görmeyiz. Ama buna
fırsat verdiği için, her defasında aldandığı, bir türlü insanları tanıyamadığı ve
iradesiz davrandığı için Gündoğdu Bey’e çok görürüz. Şimdi Süleyman Şah’ın
Gündoğdu’nun rüyasına girip onu şöyle bir “titre ve kendine dön” mealinde
sarsmasını ne çok isterim. Du bakalım. Çok istersek olur belki.
Obada bu hafta aşk kokusu
vardı. Doğan Alp, Banı Çiçek’e vuruldu. Hep cenk ederken görecek değildik elbet
bu alpları. Turgut Alp’in başına gelen yarım kalmış sevda hikâyesinden sonra o
üçlüye yeni bir aşk ateşi lazımdı muhakkak. Ama şimdi bir şey diyeceğim,
vurmayın. Hikâyenin o kısmında gülmemiz mi, duygulanmamız mı, “helal olsun be
Doğan Alp” diyerek gaza gelmemiz mi gerekiyordu bilmiyorum ama ben bunların
hiçbirini yaşamadım. Ne komik bulabildim, ne ağlayabildim, ne “vay be büyük bir
aşk başlıyor” diyebildim. Çömlek patladı evet ama çok zorlama geldi bana. Üzgünüm
ama söylemezsem olmazdı. O üçlüye bir aşk hikâyesi yazma fikrine varım. Ama
oynarken biraz büyük mü kaçmış, duygular mı karışmış. Adını tam koyamadığım bir
oturmamışlık vardı sahnede. Öyle.
Yazı devam ediyor...