Bu aralar sizleri ve Güllerin Savaşı’nı fazla aksattım. Sorumsuzluğumun
telafisi yok. Yoğun, kayıplar ve stresle dolu bir ay geçirdim. Bu nedenle de
siz değerli okuyucularımı yazısız bıraktım. Geçen haftalarda biliyorsunuz ki
dizimizin biteceğine dair yapım şirketinden haber aldık. Kimimiz bu habere
üzüldük. Kimimiz ise çoktan bitmesi gerekiyordu, artık kabak tadı verdi dedik.
Aslına bakarsanız Güllerin Savaşı
kâğıt üzerinde bizlere gerçekçi bir kaosu yaşatabilseydi, bir sonraki bölümleri
tahmin edecek konuma gelmeseydik sezonlar boyunca sürecek bir işti.
Şu anda yayınlanan televizyon
dizilerine baktığımızda ekran karşında, reklamlar haricinde, en az 140 dakika
zaman geçiriyoruz. Kendi adıma konuşacak olursam; sıkılıyorum. Gün içinde türlü
işlerde, türlü sıkıntı ve stres altında çalışıyoruz veya okuyoruz. Hâl böyle
olunca, bizde de 140 dakika dizi izleme takati kalmıyor. Benim enerjim
yetmiyor. Yaş olarak henüz çeyrek asıra dayansam da koltukta sızı veriyorum. Ve
yahut diziyi izlemek yerine sadece dinliyorum, iş arasında kulağıma sesinin
çalınması yetiyor. Bazen de 140 dakikamı ekrana ayıracağıma kitabımı okurum,
haftaya nasıl olsa özette önemli sahneleri tekrardan yayınlayacaklar, deyip
televizyonun karşısından sıvışıveriyorum. Sanırım biraz önce yazdıklarım; “Neden
dizi izlemiyoruz?”, “Niçin reyting almıyor?” veya “Nerede başarısız olduk?” gibi
sorulara cevap buluyordur.
Yani bir iş bitiyor ama neden
bitiyor? Bunu diziyi yapan da, çeken de, oynayan da ve hattâ izleyen de çok iyi
bilmeli. Bence
Güllerin Savaşı eldeki
malzemeyi çoktan tüketti. Ekim ayının sonlarında “Güllerin Savaşı: Bundan sonra
nereye savrulacak?” yazımda da belirttiğim üzere karakterlere olan inancımı
yitirdim. Kâğıt üzerinde de, çekerken de karakterler bize yansıtıldığından çok
başka anlamlar içermeye başladı. Bunun yanı sıra bir elin parmağını geçmeyecek
oyunculuklar dışında, oyun olarak, karakterlere olan inancımız daha da
zayıfladı. Bu böyle gidiyorsa bize vaat edilen bir savaşa neden seyirci
kalalım?

İnanmak bu işin fıtratında varBenim açımdan alt yapısı ve
oyunculuğu sağlam olan, dizinin başından şu güne dek çizginden asla şaşmayan
tek karakter; Gülfem Sipahi’ydi. Bunun dışında kadroda yer alan her rol ve
oyuncu zaman içinde istenilen ivmeyi bana kazandıramadı. Şimdi diyorsunuz ki bu
ne cür'et? Böyle eleştirmek haddin mi ki? Haklı olabilirsiniz. Çünkü bu alan
konusunda hiçbir deneyimim, bilgim ve alt yapım yok. Yazarlık teklifi ilk
geldiğinde de en büyük korkum bu idi. Korkmaya başladım. Bu korkaklık yetememe
duygusundan ileri geliyordu. Daha çok okumalıyım, kendimi geliştirmeliyim,
gerekirse workshoplara gitmeliyim vs. gibi birçok düşüncelerle bezendim.
İlk bölümü yazma veya yazamama serüvenim ise
yerin dibine geçmemi sağlayacak türdendi. Sonra kendime “Hangi cesaretle bu
işe burnunu soktun?” dedim. Zaman geçtikçe hem alışıyor hem de daha pratik
olmayı öğreniyorsunuz. Bu nedenle Raninitv’ye ve Ranini’ye büyük minnet
borçluyum. Hayata başka bir açıdan bakmamı sağladı. Belki inanmayacaksınız ama
hayatıma düzen ve bir anlam getirdi. Amaçsızca yaşar giderken mesleğimin
haricinde önüme ikinci bir kapı açıldı. Farklı bir hobim oldu. Aklıma dahi
getiremeyeceğim isimlerle tanışıp, ahbaplık etmeye başladım. Beni yazar olarak okumanız, kabul etmeniz Güllerin Savaşı sayesinde gerçekleşti. Güllerin Savaşı’na olan minnetim ve
sağduyum her daim bende özel kalacak. İlk göz ağrıma ihanet etmek istemesem de
bir şekilde gerçekleri idrak etmek zorundayız. Kendimizi bir düzene kaptırıp
gitmek yapıp, yapabileceğimiz en büyük hata ve önümüzü görmemize engel
olur.