Karşılıksız sevmek… Hemen hemen herkes yaşamıştır bu hissi,
duygularına karşılık alamadığı olmuştur. Peki ya hiç sevilmemek? Sadece aşkla
değil, şefkatle bile kucaklanmamak? Dünyaya gözlerini açtığında karşında
bulduğun insanlar tarafından bile sevilmemek? Bir çocuk düşünün, biraz olsun
ilgi görmek için evi yakan; bir çocuk düşünün, biraz olsun sevilmek için
kendini parçalayan…
Tekin, yıllar sonra da üzerine konuşulacak, örnek verilecek
kadar iyi tasarlanmış bir karakter. Ne Onur Saylak’ın kusursuzluğundan ötürü
üzerine kötülük boca edilmiş, ne de kalbinde açan iyilik çiçekleri ulu orta
saçılmış. Siyahıyla beyazıyla bir bütün, siyahıyla beyazıyla gerçek. Tekin’in
kalbinde iyilikle kötülüğün ustalıkla harmanlanması, zaaflarının incelikle vurgulanması
senaristlerimize; kağıtta yazılanları böylesine ustalıkla üzerine giymesiyse Onur Saylak’a teşekkür sebebi…
Kale gibi dimdik, taş gibi sağlam bir karakter Tekin. Fakat
bu durum, kalenin etrafının çiçeklerle sarılı olmasına engel değil. Ne içini
çeke çeke ağlaması, ne ıslak gözlerle “Sev beni!” dercesine bakması yıkmıyor bu
kaleyi. Aksine daha da sağlamlaştırıyor. Sevilmek istiyor Tekin, sadece
sevilmek. Tek isteği biraz sevilmek olan bir çocukken kalbi kırık bir adama
dönüşüyor. Elde değil, insan sarılmak istiyor.
Bakalım çerçeve ne kadar sağlammış? Tekin’e kızıyoruz. Kızalım. Tekin’in yaptıklarını
onaylamıyoruz. Onaylamayalım. Ama Tekin’i anlayalım. Tekin’in Gönül’e
uyguladığı şiddetin, zorbalığın, zor kullanmanın savunulabilir tek bir tarafı
yok, evet. Ama –sevilme- ihtiyacıyla sağa sola savrulmasında da Tekin’in hiçbir
suçu yok, bunu da unutmayalım.
Hala Tekin’in geçmişine bir yolculuk yapmasak da
çocukluğu az çok kafamda oturdu. Annesini merdivenden itmesini
canlandırabiliyorum gözümde, yaralı ruhundan izler taşıyan gözlerinin nefreti
nasıl perdelemek istediğini görebiliyorum. Kardeşini beşikten atarken, küçük
gözleriyle başını koyacak bir kucak aradığını da. Tekin benim gözümde dizleri
kanayan bir çocuk, kimi zaman hırçınlaşan...
Kızımız olursa adını Gönül koyarız diye düşünüyorduk ya Jülideciğim, unuttun mu?Tekin büyük bir sınavın içinde. Onun sınavı sadece kurduğu
sahte dünyayı korumaya çalışmak değil, benimseyebilmek de aynı zamanda.
Gönül’le aynı evin içinde farklı yerlerde uyumak kabullenilir de bir başkasının
bebeğini büyütmeyi kabullenmek o kadar kolay mı? Doktor kontrollerine gitmek,
kalp atışını dinlemek, onun için alışveriş yapmak ve -baba olmak- sessiz
sedasız benimsenebilecek şeyler mi? Üstelik babası tarafından yaralı bir çocuk
olarak büyümüşken, üstelik babası onu sevsin diye gözlerinin içine bakarken... Üstelik Tekin kötü bir adam değil. Gönül’ün başı dönmesin diye
ayakkabılarını çıkardığında, masayı yerle bir etmemek için kendini zor
tutmasına rağmen ortalığı topladığında kalbim sızladı benim.
Bebek, Tekin gibi Yusuf’u da bir sınava sokacak. Yusuf, baba
olmayı beceremeyişinden ötürü yaralıyken Gönül’ün bebeğine nasıl babalık
yapacak? Yani bu mesele elbet bir gün ortaya çıkacak, elbet bir gün Gönül
hatırlayacak, Yusuf bebeği olduğunu öğrenecek. Kolay mı insanın en büyük
travmasıyla bir anda yüzleşmek zorunda kalması?
Peki ya Gönül? 3 ay öncesini hatırlamayan Gönül, bebeğinin
karnını doyurmaktan bile korkmayacak mı? Bebek sahibi olduklarında sevinmeyen,
yüzü gülmeyen, endişelere bürünen bir eş daha da korkutmaz mı Gönül’ü?
Korkutuyor elbet, incitiyor, kırıyor.
Bebek; Gönül, Tekin ve Yusuf arasında daha da karmaşıklaşan
bir ilişkiler bütünü yaratacak. Ne dersiniz o minik beden, üç yaralı ruhu
iyileştirir mi, yoksa daha da kanar mı yaraları?