Netflix’in Marvel ile anlaşmasının 2. meyvesi Jessica Jones geçtiğimiz Cuma günü
yayınlandı. Çok uzağa gitmeye gerek olmadan güzide sitemizdeki yazar sayfama
bile baksanız fotoğrafımdaki Kaptan Amerika kalkanından ne denli büyük bir
Marvel hayranı olduğumu kestirebilirsiniz. Jessica
Jones’un uyarlandığı Brian Michael Bendis imzalı çizgi roman Alias da favorilerim arasında olunca
(bugüne kadar okuduğum en iyi çizgi roman sayılarından biri bu seriye ait
hatta) heyecanımın katsayısını varın siz düşünün. Üstelik birçok çizgi roman sever Marvel’ın bu
yüzyılda yarattığı en iyi karakterin Jessica olduğunu düşünüyor, yalnız değilim
yani… Cuma günü dizinin başına kuruldum, Pazar gecesi kafamda bin bir
düşünceyle sezonu tamamlamıştım.
Dizinin konusundan kısacık bahsetmek gerekirse: Süper kahramanlığı
bırakan ve hayatına yeniden başlamak isteyen Jessica Jones özel dedektif olarak
çalışmaya başlar. Fakat geçmişinde büyük bir yara açan Kilgrave onun peşini
henüz bırakmamıştır. Serde erdemli bir kahraman olmak var ya, kötü adamı
durdurmadan mutluluk ihtimal dahilinde bile değildir artık.
Krysten Ritter hayatının rolünü oynuyor.
Eleştirilere geçmeden önce mükemmel olan şeylerle
başlayalım. Marvel’ın oyuncu kadrosu kurmada ne kadar başarılı olduğunu artık
hepimiz biliyoruz. Jessica Jones bu
zincire sağlam bir halka daha eklemiş. Daha ilk açıklandığından beri Krysten
Ritter’ın bu rolü oynayacak olması kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Ritter uzun
zamandır izlediğimiz, ama bir türlü kendisi için biçilmiş kaftan olan bir rol
kapamadığı için hakkı olan mertebelere ulaşamayan genç bir oyuncu. Hani bazı
roller vardır, sahibini yıldız yapmak için özel olarak hazırlanmıştır… Bazı
performanslar vardır, oyuncusunu oyunun zirvesine taşıyacak kuvvettedir… İşte
Krysten Ritter’ın Jessica Jones performansı aynen böyle. Bugüne kadar
geliştirdiği komedi yeteneği Jessica’nın alaycı repliklerine yedirilip bir de
üzerine çok sağlam bir drama performansı eklenince tadından yenmez bir seyirlik
çıkmış ortaya. Sırada kendi dizisi de olan Luke Cage rolünde zaten The Good Wife ile yüreklere korku salan
Mike Colter yine benzer etkileyicilkte bir iş çıkarmış. Jeri Hogarth rolünde
Carrie-Anne Moss ile bana kalırsa Robin Wright’ın House of Cards ile deneyip başaramadığı derinlikli, güçlü ama
aslında yaralı kadın performansını kusursuzca vermiş. Fakat dizinin bir yıldızı
varsa o da kötü “Mor Adam”ımız Kilgrave’i canlandıran David Tennant. Kendisinin
ne kadar iyi bir oyuncu olduğu zaten malumumuzdu, bir kere daha görmüş olduk.
Bu dizide kadın karakterler savaşın en ön cephesinde, tüm güçleriyle...
Marvel Sinema Evreni’nin geneline çöken iki sorundan zerre
nasibini almamış bir dizi var elimizde. Black Widow, Ajan Carter (yaşasın televizyon!)
ve henüz tam anlamıyla izlemediğimiz Wasp dışında elimizde hatırı sayılır kadın
karakter olduğunu söylemek zor. Maria Hill, Jane Foster ve Pepper Potts evrene
renk katsalar da karakter olarak onları çok tanıdığımızı iddia edemeyiz. Daredevil Karen Page ve Claire Temple
ile bu yolda olumlu adımlar atmıştı. Jessica
Jones o adımları depar temposuna çıkartmış diyebiliriz. Bir tek Jessica
değil, dizideki tüm kadın karakterler son derece güzel çizilmiş, üzerine
düşünülmüş ve boyutlandırılmış insanlar. Trish’in yaşadığı geçmişinden bağımsızlık
mücadelesi, Jeri’nin geldiği noktaya ulaşabilmek için karanlık tarafa ne kadar
teslim olduğu, Jessica’yı yiyip bitiren suçluluk duygusunun zayıf bünyelerde ne
gibi karşılıklar bulabildiği gibi hikaye damarları diziyi basit bir dedektiflik
hikayesinden uzaklaştırıyor. Kahramanların en çaresiz anlarında bile aksiyon
almaktan çekinmemeleri, en güçlü düşmana karşı bile kaçıp saklanmamaları
yazarların bu kadınlara duyduğu saygının ve özenin bir göstergesi.
Marvel Sinema Evreni'nin en iyi süper kötüsü: Mor Adam Kilgrave
Süper kahramanlar savaştıkları süper kötüler kadar ilginçtir
aslında. Marvel’ın ekranda bu konuda sıkıntılar yaşadığı bir gerçek. Daredevil’e de aynı olumlu yorumları
yapmış, en çok Kingpin’e methiyeler düzmüştüm. Kilgrave onu da geçerek MSE’nin
en sevdiğim kötü adamı oldu, hem de hiç zorlanmadan, beynimi yıkamadan. Beyin
kontrolü zaten halihazırda çok ilgi çekici bir süper güç. Dizinin bu güç
üzerine kurduğu matematik ve işleyiş tarzı son derece iyiydi. Daredevil’de gördüğümüz gibi “bu güçler
var, buna alışın” demek yerine onları biraz daha mantığa oturtma, birazcık daha
açıklama çabası hoştu. Seyirci ister istemez karakteri değerlendirebileceği
sınırların çizilmesini, ya da en azından o sınırları çizmek üzere eline tebeşir
tutuşturulmasını bekliyor. Jessica Jones Kilgrave’i
güzelce tanımlamakla kalmıyor, bu sınırlamalardan keyifle malzeme çıkarıp
sonuna kadar eğleniyor. Karakterin dönüşüm hikayesi ile seyircinin zihnine acıma
duygusunu da ektikten sonra Kilgrave’in kurbanlarıyla oynadığı gibi oynuyor
bile diyebiliriz. Zira bir noktada onun kötü adam olduğunu unutmuşken, dertli
dertli ekrana bakarken bulabiliyorsunuz kendinizi. İnsanları kontrol etmeye
çalışan “kuklacı”ların sadece Kilgrave’den ibaret olmadığını dizi bize
defalarca gösterdikçe bu hissiyatınız kuvvetleniyor üstelik. Hepimiz
hayatımızın, dolayısıyla hayatımızdaki insanların kontrolünü elimizde tutmaya
çalışmıyor muyuz? İçimizdeki kötülük seviyesine oranla bunu elde etmek için
başvurduğumuz numaralar değişiyor ama dönüp baktığımızda Kilgrave’in gücüne
özenmenin işten bile olmadığını itiraf etmek gerekiyor doğrusu. Dizi asıl iyiliğin
ve pek tabii kötülüğün güçte değil bünyede bittiğini altını çize çize yineliyor
zaten.
Dizide New York çok farklı renkleriyle karşımızda...
Dizinin atmosferi ve bu atmosfere büyük katkısı olan
müzikleri de enfes. Daredevil’de
görmediğimiz kadar aydınlık olmaya cüret eden bir New York, noir türüne zaten
göz kırpışlarla dolu senaryoya eşlik eden esrarengiz müzik, toz kokusunu burnunuzda
hissettiğiniz mekanlar… Dizi görsel ve işitsel olarak seyirciyi asla elinden
kaçırmıyor, dikkati dağılacak kadar sıkılmasına izin vermiyor.
Tüm haftasonu dizi izlememin sorumlusu ben değilim, Netflix ve Kilgrave!
Yeni nesil seyirciler olarak artık iyice izleme
alışkanlığımıza dönüşen bölümleri topluca tüketme durumu tercih ettiğim bir şey
değil. 13 bölümü iki günde tüketince bölümleri birbirinden ayrıştıramıyor, sağlıklı
değerlendiremiyorsunuz. Hikayeler birbirine karışmıyor belki, yorgunluktan
kaçan ufak detaylar dışında bir zarar gelmiyor olabilir ama kendi içlerinde bir
bütünlüğü ve çoğunlukla anlatmak istediği olan bölümlerin elinden bu haklarını
alınca diziye haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Jessica Jones’u baştan beri çok severek izledim. Ama diziye “bayıldığımı”
anladığım bölüm 9 oldu, daima da zihnimde ayrı bir yerde duracaktır. Hikayenin
tabiri caizse biraz havalanmasına izin versem düşüncelerimin değişeceği
hissiyatım kuvvetli.
Öncelikle, hikayenin 13 bölüme uzayacak kadar güçlü
olduğunu düşünmüyorum. Hele ki başkarakter bir dedektifken ve bölümlük
hikayelerle resmin tamamı kolayca çok daha renklendirilebilecekken… Jessica’nın
dedektiflik kariyeri gibi çok parlak değil. Tıpkı süper kahramanlık kariyeri
gibi… Dolayısıyla verdiği bazı kararlar korku filmindeki karanlık mahzene tek
başına giren sarışın kadına duyduğunuza benzer bir öfkeye sebep oluyor. Asıl
sorun, hele ki bölümleri üst üste izleyip “geçen zaman” mevhumunu
kaybettiğinizde, yapılan hatalardan ders alınmayıp yine aynı sinir bozuculukta
başka hataların, başka kötü planların yapılması. Bir noktadan sonra yine
yeniden aynı şeyleri yaşadığımız düşüncesinin üzerime düşürdüğü gölgeyi bir
kenara koyayım, dizinin odak noktasından sapmama kararlılığını anladığımda
örnekse daha 8. bölümde olan bir şey henüz 5 bölüm daha olduğu bilinciyle
gerekli etkiyi gösteremedi doğrusu. Sırf hikayeyi 13 bölüme uzatmak amacıyla karakterlere
bilerek saçma hamleler yaptırdıkları ve diziye ihanet ettikleri ne yazık ki bir
gerçek.
Luke Cage kendi dizisinden önce Marvel Sinema Evreni'ne ölümüne karizmatik bir giriş yapıyor.
Zaman zaman ortadan kaybolan, hikaye gerektirdikçe geri
dönen yan karakterlere alışkınız. Ancak dizi onlara ne zaman ve ne kadar vakit
ayıracağını çok doğru hesaplayamamış. Özellikle Trish’in geçmişinin günümüzde
yaşananlarla olan paraleli yeterince güçlü kurulamayınca o sahneler yersiz ve
haddinden fazla ayrıksı kalıyor. Jeri’nin ilmek ilmek işlenen ve Kilgrave ile
nasıl kesişeceğine dair seyirciye kırıntılar bırakılan hikayesi ise dizinin
sonlarına doğru, sanki bir anda vakit kalmadığı hatırlanmış gibi, gelinmesi
gereken noktaları hızlıca geçip finale ulaşarak bitiyor. Oysa orada çok daha
sağlam malzeme olduğu bas bas bağırıyor. Luke Cage için aynı eleştiride
bulunmam yersiz, sonuçta onun kendine ait bir 13 bölümü olacağını biliyoruz.
Karakteri seyirciye tanıtmada ve ona ilgi çekici bir macera yaşatmada dizi
yeterince başarıya ulaşıyor.
Jessica Jones, şayet
2. sezonu olursa (ki kimi kandırıyoruz, elbette olacak) işleyeceği konunun
tohumlarını atmayı ihmal etmeden bitiyor. Bence kendilerine doğru bir damar
açmışlar. Başta da belirttiğim üzere çizgi romanı çok seven biri olarak ilk
sezon beni son derece tatmin etti. Jessica’nın süper kahramanlık günleri
hakkındaki düşüncelerini, o günlerin açtığı ve özlemle tuz basılan yaraları,
tüm dünyanın kostümlü kahramanlara alıştığı bir dönemde süper güçleriyle
yaptığı iyiliklerin bıraktığı izleri ve onun diğer müvekkilleriyle ilişkisini daha
fazla görmek isterdim. Marvel'ın elinde eşi benzeri görülmemiş bir fırsat, dev gibi bir evren var. Çizgi romanda bu evrende Jessica'nın yeri ve diğer karakterlerle ilişkileri büyük önem taşıyor ve okuyucuya inanılmaz bir keyif veriyor. Dizide de benzeri sahneler görmek için neler vermezdim?! Görünen o ki “ilk sezondan çok daha iyi” yorumlarıyla
karşılayacağım bir 2. sezonda istediklerimi alacağım. Çünkü emin olduğum bir
şey varsa o da Melissa Rosenberg’in Jessica’yı çok iyi anladığı ve onunla ne
yapmak istediğini çok iyi bildiği. Güvenimi kazandılar, heyecanla boşa
çıkarmamalarını bekliyorum.