Geçmişten yazıyorum. Sadakatsiz’in ekran yolculuğunun en
başından. Aldatılan bir kadının öfkesinin cehennem ateşinden beter olduğunu
deneyimlediğim, o öfkeyi iliklerime kadar hissettiğim, hissettikçe de Asya’ya
derinden hayranlık duyduğum bir yolculuktan yazıyorum bu satırları. Sadakatsiz’i
yola çıktığı ilk günden itibaren izlemeyi, yolculuğuna eşlik etmeyi çok
istedim. Tanıtımlar döndüğünden beri çok merak duydum. Bulduğum ilk fırsatta
açıp ardı ardına dinledim Asya’yı. Kendi içimde sıkı sıkı sarıldım, bağırdım,
sustum, çırpındım. Onunla beraber değiştirdim çarşafları. Topladığı çarşafların,
içinde büyüdükçe büyüyen öfkesinin üstünü örtmeyeceğini bile bile üstelik. Bavullar
toparladım Asya’yla beraber. Hayal kırıklıklarının tek bir zerresini herhangi bir
bavulun almayacağını bilerek bir köşeden izledim.
Kıvılcımlarla
başlayan bir kuşkuya teslim oluyorsun önce. Toz konduramadığın her şey teker
teker yıkılmaya başladığında, o enkazın tozu nefesini kestiği anda anlıyorsun geldiğin
noktayı. Zamanla kalkıyor o enkaz, toz bulutu dağılıyor. Gözünü kör eden her duygun
bu defa gerçekliği çıkarıyor karşına. Gerçeklerle başa çıkmanın hayaller
kurmaktan daha sancılı olduğunu keşfediyorsun.
Biz, dünyamız başımıza yıkılırken bir yara bandına sığınıp
iyileşmiş sayabilir miyiz kendimizi? Önceliklerimizi düşünüp ayağa kalkacak
gücü her koşulda bulabilir miyiz?
Güç nedir merak ediyorum.
Tüm değer yargıların sarsılırken sabrını ayakta tutmak seni
güçlü yapar mı, güvendiğin dağlar birer birer yıkılıp kirini pasını ciğerlerine
doldururken kendi gölgenden kaçar hale gelir misin, kuşku içinde kağıt kesiği
gibi ince ince dolaşırken kahvaltı hazırlamak seni anda tutar mı? Sorguluyorum.
Henüz tamamlamadım Hukuk eğitimimi. Ama aile kavramının ne
yükümlülükler doğurması gerektiğini öğrendim. ‘’Hayatım’’ diye nitelendirdiğin
insana etmen gereken vedanın kendi saygısını içinde barındırması gerektiğini biliyorum
mesela. Evlilik birliğini temelinden sarsan şeyleri sıralarken kırılan dökülen
hayallerimizi, ayaklar altına alınan öz saygımızı saymıyoruz evet fakat buna
mahkum olmamak gerektiğini sayıyoruz. Asya benliğinde onlarca kadına, ihanetin
sorumluluğunu üstlenme diretmesi yapılıyor bugün. ‘’Evliliğini sürdür, alttan
al, dul kalırsın’’ gibi baskılara maruz kalıyor yüzlerce, binlerce kadın. Ben
her gün; Asyaların hayat hikayesini, verdiği mücadeleyi dinledim, dinliyorum. Ben
bu hikayeyi biliyorum. Ayağa kalkacak gücü kendinde zar zor toparlayan kadınların,
cümlelere sığınılarak atılan tekmelerle; silik bir hayat yaşamak zorunda
bırakılmasını biliyorum. Ben bu hikayeyi çözümlüyorum da günlük hayatımda. Fakat
her ulaştığım sonuç daha fazla buruk bırakıyor içimi. Asya’nın yaşadıklarıyla
mücadele etmeye çalışan kaç kişi vardır bilemiyorum. Fakat herkes ayağa
kalkacak, savaşacak gücü bulamıyor ruhunda. Bugün, aldatılan bir kadın toplum gözünde
kurban seçilip yerden yere defalarca kez çarpılıyor. Bugün, aldatılan binlerce
kadın kendi yazmadığı senaryonun başrolünü oynamak zorunda kalıyor. Bugün,
aldatılmak yalnızca evlilik birliğinin sona ermesi demek değil; ilmek ilmek kurduğun
hayatının, renkler seçip boyadığın hayallerinin her bir tuğlasının altında kalmak
demek bir yandan da. Aşkın kanunu yok fakat biten, giden, yiten ilişkilerin son
bulmasının bir kanunu var. Sevgili fısıltı gazetesi; bizim bir kanunumuz var. Biz
kurban psikolojisine sokulmaya çalışan her müvekkilimize önce affeden tarafın
dava hakkının olmadığını fısıldıyoruz. Affetmek zorunda değiliz, ihanetin
sorumluluğunu almak zorunda değiliz, Asya’yı izlerken kayınvalidesine hak
vermek zorunda değiliz. Biz, bir şeylere boyun eğmek, düşeni yerin dibine sokup
sokup çıkarmak zorunda değiliz.

Evini seviyorsun Asya, tüm odaları ışık alıyor biliyorum. Gitmek
zorunda değilsin ve inan bana perdeleri kapatan da sen olmayacaksın. Hayatın
bir çamaşır makinesinin karşısında diz çöküp uzun uzun daldıracak kadar yorucu
devam etmeyecek. Sen bir kurban değilsin, ve hiçbir zaman da bedelini ödeyen
kişi sen olmayacaksın.
Günlük hayatta her şeyle mücadele ediyoruz. Kendi hayatımız,
aile hayatımız, iş hayatımız.. Bunların her biri ayrı ayrı yükümlülükler doğuruyor
insana. Bir şeyleri yapmak zorunda hissettiğin için yapıyorsun ya da
yapmıyorsun. Sonuç dönüp dolaşıp sana kesiyor faturasını. Fakat dostlarınla
kurduğun dünya kendi konfor alanının dışında bambaşka yükümlülükler demek bir
noktada. Yaptığın seçimleri zorundalıktan değil; vicdanından, ruhundan, kalbinden
süzerek yaptığın bir dünya.
Görünmez bağlara tutunarak sürdürdüğün o dünyayı
ancak dürüstlükle ayakta tutarsın. Düşmeden yakalamayı, nefesi her kesildiğinde
cam açmayı iç güdü kabul eder, ona göre hareket edersin. Vicdan tam da bu
noktada devreye girer. Bir şeyin mahvolduğunu ‘’beni ilgilendirmez’’ diyerek
izlemeye başladığında, hissetmesen de ince ince zehirler seni. Bir şekilde
hayatına dokunmadığı için yaşattığın yılanlar en çok bu noktada zehrini bulaştırır.
Başıma gelmez, yaşattığım şeyi hiç yaşamam zannedersin ama karma çok ağır
ilerleyen bir adalet sistemini çoktan benimsemiştir.
Bu hikayenin vicdan piyangosu da Mert ve Bahar’a vurdu. Her
şey fotoğraf karelerinde kaldığı gibi zararsız kalmıyor. Yaşayıp, görüldü. Bahar
affeden taraf mı olacak, direnen taraf mı olacak bilmiyorum. Fakat ihanetin
mürekkebinin herhangi bir zaman dilimiyle silineceğine asla inanmıyorum.
Sadakatsiz’i izlerken her gün gördüğüm bir insan kadar
tanıdıktı Nil. Mecbur kalınan acılara katlanmak için sığınılan bir güç haline
gelebiliyor uyku hapları. Uyuduğunda acıyı daha az hissedilebilir kılacağına
bir şekilde inanıyorsun. Kırık dökük bırakan insanları iyileştirmeye duyulan inanç
gibi. Belirli bahanelere sığınarak tolere ettiklerimizin diyetini hayatımızı
kaybettiğimizde ödemiş oluyor muyuz? Nedir bizi iyileştirme arzusuna iten, siyah
fonları pembeye boyatan?
Sevgi her şeyi affeder mi, sevgi kanatır mı, sevgi
dikiş tutar mı? Sevgi hiçbir bahaneye sığmıyor biliyorum. Bu hayatı yaşanılır
kılan da siyahla beyazı, iyi ve kötüyü ayırt etmek. ‘’O kötü biri değil ama..’’
dan sonra gelecek hiçbir yüklem hiçbir insanı hayallerimizde var ettiğimiz o karakterin içine sıkıştıramıyor. Öz saygı
dediğimiz kavram da varlığını bunu kavradığında göstermeye başlıyor.

Mücadele etmek çok zor. Konuşulan dili bilmiyorsan savunmak,
anlatmak soluğunu kesiyor. Kavga etmek seni sen olmaktan alıkoyuyor. Acını
anlatırken hesaba katmıyorsun bir gün kendi sözcüklerinin tam kalbinin ortasına
saplanacağını. Böyle öğrenmeye başlıyorsun o iğrenç dili konuşmayı. Acıların silahın
haline geliyor. En çok da insanların vurulduğu kendi acılarından korkulması
gerektiğini, teker teker öğretmeye başlıyorsun. Her acı evrensel değil, her acı aynı
da değil. Ve belki de en çok karşımızdakini öldürmeyen acıdan korkmalıyız. Çünkü
aynı mücadeleyi verip onun kadar acısız atlatmak pek de mümkün değil.
Son olarak,
Her fırtınaya karşı
kendi benliğinle mücadele verdiğinde, en esaslı rüzgarlar bile yıkamıyor seni. Zaman
ne gösterir bilmiyorum fakat inanıyorum Asya, hayatın senin için de son bir hamlesi
var.
Sadakatsiz’i bizlere Kemal Hamamcıoğlu ve Dilara Pamuk anlatıyor.
Sevgili Dilara’nın MaçaKızı8 yolculuğunda ona uzun zamandır sessizce eşlik
ediyorum. Eminim ki yolu hep çok aydınlık olacak. Yazar ekibine yeni dahil olan
canımız Virgo’nun da mürekkebi hiç kurumasın. Bu yolculukta emeği geçen,
anlatan, dinleyen, yaşayan herkesin emeğine sağlık.
Güçlü kadınlara minnetle…
İrem.