Eşim
Gamze her Pazartesi Karadayı izliyor. Plan-programını ona göre yapıyor. O
izlediği için ben de izlemiş sayılıyorum. Çünkü izlediği bölümler hakkında
konuşmayı çok seviyor. Duygu ve düşüncelerini paylaşmadan edemiyor.
Romantik
bir sesle “Bu Savcı Turgut da senin gibi sevgilim. Başkalarına acı çektirmekten
hoşlanan bir insan” diyor mesela.
Sonunda
ben de dayanamayıp izlemeye başladım. Savcı Turgut hakkındaki fikrim şu: Bence
bu adam işlediği bir suçtan dolayı yüzlerce yıl önce lanetlenmiş. Bu yüzden bir
türlü ölemiyor. Aslında dizinin konusu bu. Son bölümde sürpriz bir şekilde
Bizans dönemine gidilecek ve Savcı Turgut’un I. Jüstinyen zamanında karıştığı
entrikalar yüzünden nasıl lanetlendiğini izleyeceğiz.
İşte
size her defasında dirilmesinin nedeni. Aslında göründüğü kadar kötü biri
değil. Sadece ölemiyor. Kendinizi onun yerine koyun, lütfen.
Bu
konuda en sevdiğim yorum arkadaşım Koray Gürtaş’tan geldi: “Savcı Turgut’un
dirilişi, dizi tarihinde Bobby’den sonraki en büyük diriliştir.”
Turgut’u
sevmemin nedenleri bu kadarla bitmiyor. İlk romanım 2002’de çıktı. Tam 13
yıldır yok edilmeye çalışılan bir yazarım. Muhtemelen “Yeni Türkiye” kafasına
uymadığım için. Ama bir türlü yok edilemiyorum. Tam “Bu sefer kurtulduk”
derlerken bir sezon sonra yeni bir romanla çıkageliyorum. Kötüyüm, evet.
Şaka
bir yana, “Karadayı” giderek “Bakalım Turgut bu sefer nasıl yırtacak?” diye
izlediğimiz bir sergüzeşt haline geldi. Kendisi, Gamze gibi en sıkı takipçiler
için bile öngörülmesi zor bir karakter.
Gamze
diziyi izlerken başka işlerle de uğraşıyor. Pilates stüdyosunun programını
yapıyor, sosyal medyada geziniyor, oyun oynuyor... Bu da bize yerli dizilerde
yüksek reytingin sırrını gösteriyor: İzlerken başka şeyler de yapabiliyor olmak.
Yerli dizilerin hızını, temposunu falan belirleyen bu. Mutfağa gittiğimizde bir
şey kaçıracağımız diziler bize ters.
Eşim
hiçbir bölümü kaçırmazken bir taraftan da sürekli söyleniyor. Mesela durup
dururken “Bu sefer de iyice abarttılar ha!” diye bağırıyor. O zaman anlıyorum
ki “Beyefendi” yine kötülük peşinde. Bazen de “Of ya, bu kadar da saftirik
olunmaz!” diyor. Konunun Feride’yle ilgili olduğunu tahmin ediyorum hemen. “Hah,
işte şöyle ya!” dediğinde ise Mahir’in bir belayı daha savuşturduğu anlaşılıyor.
Hemfikir
olduğumuz noktalar da yok değil: Dizinin bu kadar sürebilmesinin tek sebebinin olayların
cep telefonsuz bir dünyada geçmesi olduğunu fark ettik. Herhalde dönem dizisi
olması da bu yüzden. Günümüzde geçseydi entrika 3-5 SMS mesajıyla, daha üçüncü
bölüme gelmeden çözülüverirdi. Savcı Turgut bir kerecik bile ölemeden.
Yerli
dizilerin genelinde gördüğümüz masalsılık Karadayı’da tavan yapıyor. “Saf kötü”
ve "Saf iyi” karakterler var. Üstelik bunlar baba-kız. “Beyefendi” kötülük için
kötülük felsefesini şiar edinmiş bir büyüğümüz. Kendisi gerçek bir Sith.
Feride
ise aslında Mahir’e değil babasına âşık. Mahir o kötülüklerin yüzde birini yapsaydı
Feride ona tekmeyi basmıştı çoktan. Ama babasından vazgeçmiyor. Ne mal olduğunu
beş yaşındaki bir çocuğun bile sırf ses tonundan anlayabileceği “Beyefendi”
hakkında iyi şeyler düşünüyor. Belki de dizinin geçtiği yıllarda “Yıldız
Savaşları” henüz çekilmemiş olduğundan onun Sith olduğunu anlayamıyor.
Eşimle
mutabık olduğumuz noktalardan biri de Mahir’in mutant olduğu. Silahı bile yok
ama İstanbul mafyası onu bir türlü alt edemiyor. Ben, Kibrit Yasin’i de çok
seviyorum çünkü Rıza Kocaoğlu kimi oynasa kayıtsız-şartsız severim. En çok
takdir ettiğim oyuncuysa Feride’nin annesini oynayan Lila Gürmen. Motivasyonu
bu kadar belirsiz bir karakteri bunca zaman ayakta tutmak dünya standartlarında
oyunculuk gerektiriyor. Kerime o kadar tuhaf ki insanı korkutuyor: Sonunda her
şeyin altından o çıkarsa hiç şaşmam!