The Handmaid’s Tale’in ikinci sezonu muhteşem bir bölümle
başladı. Bölüm boyunca suratıma yumruklar yedim adeta ve bölüm finalinde
nefesim o kadar kesildi ki ikinci bölüme geçecek cesareti bulamadım kendimde. Bir
saniyesinden bile gözümü ayırmadan, etraftaki en ufak sesten bile gerilerek
izledim ve bir diziyi böyle izlemeyi ne kadar özlemişim onu fark ettim. Gerçi dizinin verdiği rahatsızlık, gerginlik,
korku ve karanlığa düşmüşlük hissinin yanında bu özlem pek bahsedebileceğim bir
konu değil.
İlk sezon finalinde özgürlüğüne
mi yoksa ölümüne mi gittiği sorusu ile bizleri baş başa bırakan Offred’in akıbetini
görerek başlıyoruz bölüme. Sezon yayına çıkalı çok zaman geçmediği için fazla
spoiler vermek de istemiyorum aslında ama tüm damızlık kızları kırmızı
formaları içinde boyunlarından geçirilmiş bir ilmikle gördüğümüz o sahnenin ne
kadar inanılmaz olduğunu söylemeden de geçemeyeceğim. Kadınların gözlerindeki o
korku, birbirlerine bakışları, birbirlerinden destek almak istemeleri, en ufak
bir temasın bile yasak olması ve sonunda ölmediklerinde buna bile
sevinememeleri o kadar gerçekçi yansıtılmış ki, distopya değil, kurgu değil,
geçmişten veya gelecekten bir sahne gibi izlemekten alamıyor insan kendini. Sahneler
şiddet dolu değil aslında ama o göstermeden anlattıkları ağzına kadar şiddet
dolu onlarca sahneye bedel. Arkadaşlarını taşlamayı reddettikleri için
cezalandırılırlarken bir yandan da hamile olduğu için ceza almayan Offred
onlara baka baka yemek yemeğe zorlanıyor mesela ve sanki yanlarındaymışızcasına
ürperiyoruz izlerken. Özellikle Offred rolündeki Elizabeth Moss tek kelime bile
etmeden o kadar çok şey anlatabiliyor ki, ‘Gözleriyle oynuyor’ cümlesini daha
önce kurmuşluğunuz varsa utanıyorsunuz bundan. Madem bu kadar anlattım, spoiler’in
gözünü çıkarayım ve bölümün sonunda kulağındaki çipi keserek kanlar içinde
kaldığı sahneye vurulduğumu da söyleyeyim. Özgürlüğüne olan özlemi o kadar
büyük ki fiziksel acısını hiçe sayıyor ama bir yandan da ‘Kulağını kesti attı
hiç mi acımadı? Ne saçma’ cümlesini kurmamıza izin vermiyor. Mutlaka izlenmesi
gereken bir sahne.
Lydia Teyze’nin kızlara
şükretmelerini gerektiğini anlatırken kurduğu ve çok etkilendiğim bir kısım ile
bitirmek isterim yazıyı. Blu TV’deki çevirisini çok sevmediğim ve orada
anlatılanı veremediğini düşündüğüm için orijinalini yazacağım. ‘There are two
kinds of freedom. Freedom to and freedom from.’ Bu özgürlük çeşitlerinden biri
istediğini yapmak, diğeri ise bireyleri tehlikelerden korumak için her
istediklerini yapmalarına engel olunması gibi özetlenebilir çok basitçe, konu
ilginizi çekerse Google’dan ilgili metinleri okumanızı önerebilirim. Bu sadece
bir dizi sahnesini anlamak değil elbette, sonsuza kadar konuşulabilecek ‘Özgürlük
nedir?’ sorusu üstüne düşünmeye bir vesile ve bir dizinin bize bunu yaptırmasına
bayılıyorum.
Cesaret edebilirsem ikinci bölüme
başlayacağım. İyi seyirler dilerim.