Yazının burasına kadar sadece
Süreyya üzerinden gitmiş olabilirim ama aslında, İstanbullu Gelin’de hemen hemen her karakterin yolculuğunu izlemeyi
seviyorum. Herkes birtakım dertlerle uğraşıyor ve bunu yaparken bir alt yapısı,
yaptıkları şeylerin bir nedeni var. Herkesin bir yarası, egosu, hıncı, öfkesi,
eksikliği, özlemi mevcut. Bu da hamlelerini şekillendiriyor haliyle. O yüzden
karakteri sevsem de sevmesem de, o nedeni haklı bulsam da bulmasam da,
yaptıklarına bazen kızsam da her seferinde mutlaka inanıyorum. Altı dolu olduğu
için, o hamlenin sırf reyting yükselmek amaçlı kurgulanmadığını, seyirciyi
aptal yerine koymadıklarını gördüğüm için de keyifle izliyorum. Misal İpek’in
lohusa depresyonu, Fikret’in ikinci çocuk olarak kıskançlıkları, Adem’in
çocukluk travmaları o kadar hayatın içinden, o kadar olası ki bunlardan doğan
sorunları da izlerken garipsemiyorum veya karakterleri yargılamıyorum. Tabii ki
herkese karşı sevgi böceği değilim, mesela Osman yerine Irak’a Bade ve Murat
gitse asla hayır demem. Burcu da anne hasretine dayanamayıp, aniden patavatsız
annesinin yanına yerleşmeye karar verse sevinçten göbek atarım. Ama bu kadar
kalabalık bir kadroda, bu kadar çoklu ilişkiler ağı içerisinde o kadar da olur
bence. Seyretmekten keyif aldığım ilişkilerin oranı ve onlardan aldığım haz,
keyif almadıklarıma göre epey yüksek olduğundan, onların hatırına bunları
tolere edebiliyorum.
Sadece bu dertleri sıkıntıları
yaşamıyorlar elbette, bunun yanında çok insani aktiviteler de yapıyorlar; ne
bileyim yıldönümü de kutluyorlar, oturup adam gibi bir yemek de yiyorlar, iki
günlük kaçamak tatiline de çıkıyorlar. Yemeyen, içmeyen, uyumayan, bir hobi
sahibi olmayan, konsere gitmeyen, her daim full makyaj ve kostümle, sponsorun
ürünlerini göstereceğiz diye günün her saati moda ikonu gibi stilettolarının
üstünde dolaşan diğer tüm dizi karakterlerine inat; pamuklu pijaması ve kalın
ev hırkasıyla saçlarını öylesine tepesinde toplayıvermiş Süreyya ay gibi
parlıyor ekranda. Yahut Esma Hanım’ın sabah kafasında bigudiler ve saç
filesiyle kalkması beni ona daha da yakınlaştırıyor. Bu sayede de o
karakterlere bir ruh üflenmiş, bir gerçeklik boyutu katılmış oluyor.
İşin en güzel tarafı da ne
biliyor musunuz? Konuşuyorlar… Eşler, arkadaşlar, evlatlar, anneler, kardeşler;
birbirlerini kırsalar da, üzülseler de, korksalar da, mutlu da olsalar bunu o
konunun muhatabıyla konuşuyorlar. “Beni anla!” deyip bir köşeye çekilmektense,
karşısındaki kişinin onu anlamasını kolaylaştıracak şekilde hislerini,
düşüncelerini paylaşıyorlar. Bazen kavgayla, bazen usulca, ama hep o iletişimi
kuruyorlar. Karakterlerin kabız kabız birbirinin suratına baktığı, sürekli
birbirlerinden sır sakladığı, insan gibi iki cümle kurulamadığı için kar tanesi
gibi bir sorunun gitgide çığa dönüştüğü dizilerin yanında İstanbullu Gelin çölde vaha gibi geliyor.
Terapist Hanım'ın kartını rica etsem?
Konuyu çok dağıttığımı
hissediyorum ama Adem ve terapist sahnelerine değinmezsem bu yazı eksik kalır.
İkinci sezonun en güzel katkılarından biri oldu resmen, şahane bir lezzet
veriyor bu sahneler diziye. Olmayınca eksikliğini hissediyorum hatta. Tilbe
Saran’ın yumuşacık ses tonu ve dingin bakışlarının da sahnelerin lezzetini
artırdığı bir gerçek elbette. Ama bu sahneleri yalnızca izlemek yetmiyor bana.
Hepsini oturup yazıya dökmek, sonra çevire çevire okumak istiyorum. Ki ben
kişisel gelişim kitaplarından, “Kendimizi sevelim, dünyaya güneş doğsun!”
temalı öğretilerden hazzetmem, ruhum sıkılır. Çünkü yapay avuntular gibi gelir.
Ama terapistin Adem’e karşı kurduğu hiçbir cümlede yapaylık hissetmiyorum.
Aksine, Adem gibi, benim de hiç düşünmediğim bir diğer bakış açısını; hiç
suçlamadan, yargılamadan, zorlamadan koyuveriyor insanın önüne. Düşünmeye
zorluyor. Bu sahneler yazılırken bir psikiyatrdan mı, bir kitaptan mı destek
alınıyor bilmiyorum ama hangisi olursa olsun ismini öğrenebilirsek çok
sevineceğim. Hani ileride lazım olursa, elimizin altında bulunsun.
Özetle
İstanbullu
Gelin, piştikçe tadını bulan, yeni malzemeler eklendikçe daha da
lezzetlenen bir yemek gibi sürdürüyor benim gözümde yolculuğunu. Hem
söylediklerinin sahiciliğiyle, hem dokunduğu noktaların farklılığıyla, hem de o
noktalara getirdiği değişik bakış açısıyla, hakkındaki önyargımı kırmakla
kalmadı, üstüne bir de aleyhine ettiğim lafları da birer birer yutturdu bu süre
zarfında. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık.