İstanbullu Gelin’e dair ilk ve son yazımı, yaklaşık bir yıl kadar
önce; Faruk Boran’ın tam bir yurdum erkeği olarak, sahnede şarkı söyleyen
karısına “Sen benim karımsın, benim hoşlanmadığım şeyleri yapamazsın!” diye
ambargo koyması tepemin tasını attırdığı için yazmıştım. Çoğu dizide olduğu
gibi, sahiplenilmenin ve manasız kıskançlığın aşk sosuna bulanarak önüme
konulmasından, bunları yapan erkek karakterlerin gene sonunda “büyük aşkı”
mazeret gösterilerek affedilmesinden usandığım için epeyce de bir verip
veriştirmiştim.
Sonra zaman geçti, senaristler
değişti, Süreyya hamile kalıp her şeye rağmen bebeğine sahip çıkmak isterken
onu kaybetti ve büyük Begüm sırrının patlamasıyla dizi tatile girdi. Bu süreci
düzenli takip etmedim fakat mevzuya da hakimdim. Hiçbir karakterle, acılarını
içselleştirecek kadar bir bağ kurmadığım için çektiği acılar, yaşadıkları beni
çok da ilgilendirmiyordu. Belki biraz Süreyya, biraz da Osman bu tanımın
dışında kalabilirdi ama o kadar... O yüzden yeni sezonun ilk bölümünü, “Kim ne
yaptı acaba?” diye düşünerek değil, sırf Zeynep Günay Tan’ın gözünden, güzelim
Prag manzaralarını izlemek için açtığımı itiraf ediyorum. Sonra Faruk
Süreyya’yı, Süreyya da Faruk’u tokatlayınca batı cephesinde hiçbir şeyin
değişmediğine kanaat getirip kanalı değiştirdim.
Bu diziyle bir dargın bir
barışık, biraz özet biraz fragman izleyerek devam eden ilişkimdeki esas
kırılmayı ise, ikinci sezonda Süreyya’nın Faruk’tan boşanmaktan vazgeçmesi ve
bu sırada kurduğu cümleler gerçekleştirdi. Faruk ve Süreyya aşkının heveslisi
değildim, hâlâ da değilim. Ama bu evliliğin devamına karar verilmesiyle, anladım
ki senaristler Süreyya’yı, “bir erkek iki kadın” klişesindeki iki kadından biri
yapmak, onun mücadelesini salt bir erkek için savaşma sıradanlığına indirgemek
istemiyorlardı. Süreyya’nın mücadelesi, sırf bir erkeği elinde tutma
yörüngesine girmeyip, hayat gailesi içinde tutunma çabasına dönüştüğü anda ben
de bu hikayeyi sahiplenmeye başladım. Süreyya, senin benim gibi çabalıyordu
işte; gelin Süreyya, dost Süreyya, eş Süreyya, yenge Süreyya, kimliklerini
taşımak için, bu ilişkileri layığıyla yürütebilmek, bu sırada benliğini de
korumaya çalışmak için uğraşıyordu. Belki hata yapıyordu, bazen bocalıyordu ama
düşe kalka yol almaya çalışıyordu.

Nazif = Sahneyi izlerken ben (Temsili)
Kulağa son derece sıradan gelse
de, aslında ne kadar zor bunları artık televizyonlarda izlemek. Sizi bilmem ama
ben artık gönül rahatlığıyla izleyebileceğim, izlerken sevinç, neşe, hüzün, acı
gibi insani duyguları hissedebileceğim, kısacası “insan hikayesi” diye
adlandırabileceğim bir şeyler bulmakta zorlanıyorum. Ya belli bir söylemi
pompalamak, pekiştirmek istercesine sunulan ve bu amaç uğruna tarihi gerçekleri
çarpıtmakta beis görmeyen tarihi(!) diziler, ya herkesin kendi gettosunda
adaleti şiddetle, silahla sağladığı diziler ya da gündüz çocuğun elma şekeri
çaldığını saklamak için adamın birini öldürüp akşamına kınaya gidecek hırsta ve
yüzeysellikte karakterlere sahip diziler var artık ekranlarda. Bunca tantanalı
dizi içinde, karakterlerin başlarına dert de açılsa, kazayla belayla da
uğraşsalar bunların hepimizin başına gelebilecek sıradanlıkta, gerçekçi olaylar
olduğuna ikna ederek sundukları için her cuma televizyonun karşısına daha da
bir hevesle oturmaya başladım. Çünkü ekran karşısına geçtiğimde duygularımı
kanırtmak, acıyı sağmak için sömürüldüğümü hissetmiyorum. Yüreğimin bir yerine
dokunup geçiveriyorlar. Ama bunu öyle incelikle yapıyorlar ki, etkilenmemek
mümkün olmuyor.
Bir de bu yetmezmiş gibi,
sorunların çözümleri de insani oluyor. Örneğin Begüm’ün ani ölümüyle kurulan
Süreyya ve Emir denkleminde o kadar sahici yol alındı ki… Emir, anne acısı,
hayata ve annesinin yerini aldığını düşündüğü Süreyya’ya karşı öfkesi, ama bir
yandan da ona sığınmak isteyişi, bunu istediği için annesine karşı suçluluk
duyması derken, bir ölümün ardından yaşanması gereken bütün duyguları yaşadı.
Ve tüm bu duygular içinde çalkalanan çocuk sonrasında, yarasının aynı olduğunu
gördüğü, acıda birleştiği Süreyya ile sevinçte de benzeşebileceklerini
düşünerek uçan balonları konduruverdi Süreyya’nın penceresine. Süreyya’nın onu
anladığını aynı yaraya sahip olduğunu duymak değil görmek sağladı bu adımı
atmasını. Ne kadar da doğal, ne kadar da masum, ne kadar da çocuksuydu adımı. “Dünyanın
bütün balonları hediye edilmiş bir çocuk kadar mutlu olmak” diye bir deyim var
lügatimde, mutluluğun dozajını anlatmak istediğimde kullanıyorum. Nerede okudum
veya duydum bilmiyorum ama girip yerleşmiş zihnime. İşte balonlarla mutlu olan bir çocuk olarak, Emir de kendinden
pay biçti ve kırmızı balonları kuşanıp kırdı o aralarındaki camdan duvarı. Süreyya'yı da, dünyanın bütün balonları hediye edilmiş bir çocuk kadar mutlu etti.
Yazı devam ediyor...