Rus edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Sergei Dovlatov’un hayatını anlatıyor Aleksey German Dovlatov filmi ile. İzleyiciyi 1970’lere, Leningrad’a götüren
yönetmen kamerasını ise kasım ayına, Dovlatov’un hayatını her yönüyle
görebileceğimiz altı günlük kısacık zaman zarfına yöneltiyor.
Edebiyatseverlerin yakından tanıdığı Sergei Dovlatov birçok yetenek gibi yeteneğinin karşılığını
alamamış. Yazarlar birliğinde olmadığı için eserleri, hikayeleri yayınlanmamış Dovlatov’un,
hayatını sürdürmek içinse bir dergide, bir fabrika dergisinde habercilik yapmak
zorunda kalmış. Ama onu bile yapamamış, yakıştıramamış kendisine. 8 yaşından
beri olmayı istediği adam olmaktan başka bir seçeneği yokmuş, değiştirememiş
kendini bir türlü, hep aynı adam olmuş, hayatın karşısına çıkardığı
zırvalıkları, saçmalıkları ti’ye alan ve gözlerini hayatın gerçeklerine,
insanların ve insanları yönetenlerin gözlerini yumdukları gerçeklere çeviren
bir adam. Yeri geldiğinde egosunun etkisine fazlasıyla kapılık hayatın ve
yaşadıkları dünyanın gerçeklerini göremeyenlere haddini acımasızca bildirecek,
onlarla eğlenecek kadar vahşi biri.
Çöpe atılan onca esere çaresiz gözlerle bakmaktadır Sergei Dovlatov...
Film 1924-1991 yılları arasında Leningrad olarak anılan St.
Petersburg’a götürüyor izleyiciyi, Vladimir Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin
gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin sona erdiği, Komünist partinin başa geldiği 7
Kasım tarihinde düzenlenen kutlamaların hazırlığı, şehirdeki hareketliliği
görüyoruz. Dovlatov ile birlikte Rus edebiyatının, resminin, şiirinin ünlü ve
ünsüz isimleriyle karşılaşıyoruz bu yolculukta, onların hayatlarına değil,
içinde yaşadıkları dünyalarına konuk oluyoruz, bir partideki yabancı misali.
Bir tarafta çapkınlıkları, bir tarafta aşağılamaları, bir tarafta dostlarıyla
sohbetleri, aile meseleleri, kızına düşkünlüğü… Uzayıp gidiyor Dovlatov’un altı
günü içinde yaşananlar.
Dovlatov filmiyle
yönetmen Aleksey German Hollywood
filmlerinin düştüğü hataya düşmekten kendini alıkoyuyor. Bizlere bir yazarın
bir eseri nasıl yazdığını, nereden ilham aldığını anlatmıyor. Bize Dovlatov’un kim olduğunu, nasıl bir
çevrede büyüdüğünü, gündelik hayatında neler yaptığını, dostlarıyla olan
sohbetlerini gösteriyor film. Zaten hayatını, dünya görüşünü anladıktan sonra
onun neye nereden ilham aldığını bilmenin bir gereği kalmıyor, bütün meselenin
kafasının içinde başlayıp bittiğini anlıyor insan. Özetle Dovlatov filmi, The Happiest
Day in the Life of Olli Mäki’yi de hatırlatarak, Sergei Dovatov’un nasıl Sergei Dovlatov olduğunu değil, Sergei Dovlatov’un
kim olduğunu anlatıyor. Başroldeki Milan
Maric ise her yönüyle mükemmel. Duruşu, bakışı, oturuşu, kalkışı, fiziği,
tebessümü… Takibime aldığım bir oyuncu kendisi ve bence bu filmden sonra siz de
alacaksınız. Film Altın Ayı almayacak, orası kesin, ama En İyi Oyuncu için Milan Maric güçlü bir aday.