68. kez izleyiciyle buluşan Berlin Film Festivali ben bu
satırları yazarken yapılmakta olan Isle
of Dogs gösterimiyle resmen başlıyor. İşte Wes Anderson’ın merakla beklenen filmi Isle of Dogs’un açtığı festivalin ilk gününe dair notlar:
Festival’in ilk günü
Önceki yıllarda olduğu gibi bu yılda Berlin Film Festivali
oldukça sakin başladı. Basına özel gösterimlerle dolu günde Berlin Film
Festivali’nin üssü olarak kabul edilen Berlinale Palast ve çevresi, yani
Postdamer Platz’ta hazırlıklar sürüyordu. Dünyanın dört bir tarafından basın
mensuplarının ve sinema yazarlarının yanı sıra dağıtımcılar ve film
şirketlerinden temsilcilerle dolu olan sinema salonlarında günün ilk filmi Isle of Dogs oldu.
Isle of Dogs
Wes Anderson’dan yeni bir stop-motionWes Anderson’ın
merakla beklenen filmi Isle of Dogs stop-motion
tekniğiyle çekilmiş bir animasyon. Ama ne animasyon! Hollywood filmlerine taş
çıkaracak bir prodüksiyon, yüzlerce saatlik emek… Hepsi birer sanat eseri olan
küçük figürler, gerçeklikten ayırmakta zorlandığımız detaylar, çizgiler…
Kısacası tam bir Wes Anderson filmi! Onlarca muziplik, onlarca gönderme ve yine
akılları kurcalayan bir hikaye. İnsanın
bir stop-motion animasyondan beklenmediği detaylar ise filmin asıl sürprizi.
Hikayeye gelirsek… Hikaye aslında bir ötekileştirme hikayesi. Japonya’da geçen,
bolca Japonca içeren filmde dışlanmış köpeklerin hayatına konuk oluyoruz. Ancak
insan karşısında hiçbir üstünlüğü olmayan, bir adaya tıkıştırılmış bu
köpeklerin imdadına bir kahraman yetişiyor filmde, köpekleri sürgüne gönderen
belediye başkanının yeğeni Atari. Amcasının sürdüğü köpeğini arayışa çıkan Atari’nin
macerasını insanların değil köpeklerin gözünden anlatan, ötekileştirmeye,
ırkçılığa, nefrete çok farklı bir perspektiften yaklaşan kahkaha ve zeka dolu
bir film.
Doğu Almanya’da bir
direniş hikyesi: Das schweigende Klassenzimmer
İngilizcesi The Silent
Revolution olan film bizleri 1956
yılına götürüyor, Soğuk Savaşı’n sürdüğü ve o dönemlerde Sovyetler
Birliği olan Rusya’nın liberalizm karşısında güç kaybettiği yıllar.
Macaristan’ın Sovyetler Birliği’nin baskısından kurtulmak, özgürlüğe kavuşmak
için mücadele verdiği bu yıllarda Doğu Almanya’da, komünizm egemenliği altında
hayatlarını sürdürmekte olan Stalinstadtlı bir lise son sınıfın hikayesine
çeviriyor yönetmen Lars Kraume
kamerasını. Yalnızca batıdan yayın yapan radyo kanalını dinleyerek
Macaristan’daki gerçeklerden haberdar olabilen bu liseli gençler, devrimde
hayatını kaybeden Macarlara desteklerini göstermek için iki dakika boyunca
sessiz kalma eylemi yapıyor. Sonunda ne mi oluyor? Bu liseli gençlerin hayatı
bir çıkmaza giriyor. Otoriteye karşı yalnızca haklılıklarını, özgürlüklerini
değil hem kendi geleceklerini hem de ailelerinin geleceklerini savunmaya
çalışıyorlar. II. Dünya Savaşı sonrası başlayan Soğuk Savaşı’n Avrupa ve
özellikle de Almanya üzerindeki etkilerini gözler önüne seren kayda değer bir
yapım.
The Bookshop
1959 İngiltere’sinde hayallerinin peşinden koşan dul bir kadın: Florence Green
Fitzgerald’ın
1978 yapımı kitabından beyaz perdeye uyarlanan hikaye 1959 İngiltere’sinin
soğuk bir kasabasına götürüyor bizleri. Eşini II. Dünya Savaş’ında kaybetmiş
Florence Green’in hayallerini gerçekleştirmek üzere verdiği savaşın konu
alındığı film buna karşın izleyicide beklenen etkiyi yaratamıyor. Sınıf çatışmasına,
kadın erkek eşitsizliğine değinmektense yaşananları romantik bir anlatı içine
sıkıştırmaya çalışıyor yönetmen Isabel
Coixet. Emily Mortimer’a Bill Nighy’ın eşlik ettiği film, yavaş
temposuyla birlikte yalnızca meraklısına hitap etmekle yetiniyor. Açık konuşmak
gerekirse Nighy’ın Wild Target (2010) filmindeki
karakterine çok benziyor, hatta çok fazla benziyor.