II. Dünya Savaşı'nın perde arkası: Darkest Hour

II. Dünya Savaşı'nın perde arkası: Darkest Hour

Bir II. Dünya Savaşı tutkunu olarak Christopher Nolan’ın Dunkirk filmi sonrası Darkest Hour için olan heyecanım daha da bir artmıştı. Zira Birleşik Krallık’ın yeni başbakanı Winston Churchill’in hem II. Dünya Savaşı’nın seyrini hem de başta Avrupa tarihi olmak üzere Dünya tarihini değiştiren karar alma sürecini anlatıyor olmasıyla Dunkirk öncesine ışık tuttuğu gibi savaşın siyasi ayağından bir kesit sunmasıyla önemli yere sahipti.

Yönetmenliliğini Joe Wright’ın üstlendiği Darkest Hour, II. Dünya Savaşı sırasında izlediği politikalarca eleştirilen Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain’in (Ronald Pickup) muhalefet tarafından istifaya zorlanmasıyla başlıyor. İktidar partisi Chamberlain yerine her ne kadar Halifax’i (Stephen Dillane) düşünse kendisinin reddetmesinin ardından göreve muhalefetin tek deste Winston Churchill (Gary Oldman) getiriliyor. Çocukluğundan beri bu görevin hayalini kuran Churchill, göreve geldiğinde ise şüphesiz hayatının en zorlu dönemine giriyor.

Savaşın gidişatından memnun olmayan Churchill düşüncelere dalmış...

Winston Churchill’in hükümetin başına getirilmesinin üç sebebi vardı. İlki, Halifax’in Chamberlain’den kalan koltuğa geçmeyi (malum sebeplerden ötürü) kabul etmemesi, ikincisi ise Halifax ve partide akla gelebilecek diğer birçok isimlere karşın Churchill’in mizacı sebebiyle muhalefetin kabul edebileceği yegâne aday olmasıydı. Üçüncü sebep ise kaybedilmekte olan bir savaş sırasında partinin güvendiği birini değil kaybedebileceği birini feda etmek istemesi. Film bu konuya pek değinmese de salonlarda konuşulduğunu tahmin etmek pek de zor değil.

Darkest Hour filmi bizlere Churchill’in verdiği mücadeleden, yalanlarıyla insanların içini rahatlatmaya çalışmasından ziyaden Halifax ve Chamberlain başta olmak üzere parti içinde verdiği mücadeleyi, kendini kabul ettirme çabasını izliyoruz. Kendi kararlarının doğruluğundan nasıl bu denli emin olduğunu, bu radikal kararları nasıl aldığını bir türlü anlatmıyor film bizlere. Yalnızca Churchill’in bir karar aldığından, bu kararın doğruluğu konusunda da Halifax ve Chamberlain’le tartışıyor, konunun derinlerine ise inilmiyor. Deli dolu bir insan olduğu bilinse, hatta birçok vatandaş akıl sağlığından şüphe etse de Darkest Hour filmi Churchill’in karakterine pek yeterince inmiyor. Bir biyografiden çok tarih sahnesinde küçük ancak önemli bir kesiti andırıyor, ancak bu süreçte Avrupa’daki diğer gelişmelere, olaylara değinmemesiyle ise bir parçası olduğu tarihsel süreçten kendini soyutluyor.

Churchill, kendisinden pek haz etmeyen Kral VI. George ile yemekte...

Christopher Nolan’ın Dunkirk’ü ile kıyaslandığında Darkest Hour filmi aynı büyüleyici etkiyi yaratmakta zorlanıyor. Zira bir mucizeyi yalandan kahramanlık hikayeleriyle süsleme hatasına düşmeyip bütün soğukluğuyla, insanı şaşkına çevirir bir dille anlattığı film göz önünde bulundurulduğunda Darkest Hour fazla epik kaçıyor,  Churchill üzerinden Birleşik Krallığı ve vatandaşları fazla kahramanlaştırıyor. Bu durum da hikayeye objektif yaklaşılmadığı izlenimi yaratıyor.

Gary Oldman’ın başarılı performansıyla dikkat çektiği, gözleri haricinde tümüyle Churchill’i andırdığı Darkest Hour filmi bir Nolan dokunuşu istermiş açıkçası. Ya da en azından Dunkirk operasyonu sahnelerini Nolan’ın Dunkirk filminden alarak en azından bir bütünlük yaratabilirmiş. Kostümlerini Pride & Prejudice, Atonement, Tinker Tailor Soldier Spy, Anna Karenina, Mr. Turner, Macbeth, Pan ve Beauty and the Beast filmlerinin kostüm tasarımcısı bir Oscar ödüllü Jacqueline Durran’ın tasarlığı ve harikalar yarattığı filmin Oscar yarışında iddialı olduğunu söylemek ise zor. Yine de Gary Oldman’ın En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı için şansı olduğunu söyleyebiliriz, ancak bana kalırsa burada Oscar’ı hak eden Oldman’dan ziyade Oldman’ı Churchill’e çeviren ekip.

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER