Yazıyı en sondaki video’yu dinleyerek okumanız
tavsiye edilir.
Bu ödül sezonunun
benim için en iyi filmi olan Whiplash Cuma
günü ülkemizde vizyona giriyor. Öncelikle dağıtımcıyı taşların düşeceği yeri
görmeyi, yani Oscar Ödül Töreni’ni beklemeden filmi sinemaseverlerle
buluşturduğu için tebrik ediyorum. Malumunuz, böyle filmlerin asıl hedef
kitlesi sinema tutkunlarıdır. Dağıtımcılarımız önemli filmlerin vizyonunu ödül
törenleri sonrasına attığında sinemaseverler filmleri çoktan yemiş yutmuş
olurlar. Sırf afişe “Oscar ödüllü” yazabilme ve fazladan birkaç bilet satabilme
ihtimali için (rakamlar gerçekten ne kadar oynuyor, merak ediyorum) vizyon
ertelemek günümüz teknolojisi seyircinin tarafındayken pek akıl karı değil.
Ben bir filme
aşık olduğumda midem kasılır, onu deli gibi özlerim, aklıma geldiğinde gözlerim
dolar… Bir insana karşı bu duyguları besleyebilsem annem mürüvvetimi görecek
ya, o başka yazının konusu. Whiplash, 2014
Şubat ayından beri tatmadığım bu duyguyu (The
Lego Movie) bana yeniden tattırdı. 24 saat içerisinde iki kere izlediğim
filmi sinema salonunda deneyimleme şansına erişeceğim Cuma gününü iple
çekiyorum.
Whiplash’in başrollerinde son dönemin parlayan yıldızı Miles Teller ve hep aynı adamı
oynasa yine de sıkılmayacağım ender oyunculardan J.K. Simmons var. Filmin
yazarı ve yönetmeni ise daha önce pek de dişe dokunur bir iş çıkartmamış, ancak
bu filmle bir başyapıta imza atan Damien Chazelle, ki kendisi sadece 30
yaşında. Filmi için para bulamayan Chazelle hikayesini kısa filme çevirip
Sundance Film Festivali’nde Jüri Ödülü alınca Whiplash’i çekebilme şansına erişmiş. 19 günde çekilen film zaten
15 yaşından beri bateri çalan Miles Teller’ın ve Simmons’ın müthiş uyumu ve karşılıklı
oyunuyla değme gerilim filminden daha etkili bir seyirlik sunuyor. Öyle ki,
filmin ardından saatler sonra bile kalp atışlarınız yavaşlamaz, içinize adını
koyamadığınız bir öfke ve yorgunluk yerleşip gitmezse korkmayın… Film yüzünden.
Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı...
Andrew
konservatuvara o sene başlayan genç ve hırslı bir baterist. Annesi küçükken evi
terk eden, insanlarla iletişim kurmakta zorlandığı için tek arkadaşı babası
olan, son derece rekabetçi bir ailenin ortasında hapsolmuş “zavallı” bir çocuk.
İyi müzisyenleri dinleyip çok çalışarak bir yerlere gelebileceğine inanıyor;
ama bu bir yerlere gelme isteği kendisi için mi, yoksa başkalarına kendini kanıtlamak
için mi, işte orası durumun çetrefilleşmeye başladığı nokta. Takdir ihtiyacı
insanı zehirleyen bir ihtiyaç, hele ki onu kazanmak için hırsınıza tamamen
kendinizi teslim etmeye meyilliyseniz. Andrew iyi olmak değil, en iyilerden
biri olmak istiyor. İkisi arasında devasa bir fark var. Bu uğurda
arkadaşsızlığı, bulduğu “mükemmel” kızı kaybetmeyi, hatta genç yaşta yok olup
gitmeyi göze alacak kadar da kararlı.
Fletcher ise
hepimizin ne yazık ki yakından tanıyıp bildiği türden bir canavar. Dışarıdan bakıldığında
son derece sempatik, insanlarla nasıl konuşacağını bilen, başarısı asla
tesadüfe bağlanamayacak yetenekli biri. Ama kapılar kapanıp kulları, pardon,
öğrencileri ile baş başa kaldığında onları en az piyanosu kadar iyi çalabilen;
istediğini alana kadar bir an olsun pes etmeyen ve her türlü yola başvurma
hakkını kendinde gören tipik bir tacizci. Çünkü onun tek mirası yetiştirdiği ve
müzik dünyasına armağan ettiği öğrencileri. Yaptığı tüm kötülükler kafasında
meşrulaşmış halde. İnsanları daha iyi olmaya, en iyisi olmaya itmekten başka
yaptığı hiçbir şey yok. Zaten öyle olmak isteyen biri sırf Fletcher ona kötü
davrandı diye yolundan dönecek biri olamaz, eğer öyleyse orada işi yok
demektir. Böyle öğretmenleriniz olmadı mı? Benim oldu. Askere gitmediniz mi?
Ben gittim. Tanrı kompleksi olan ve kuklalarının iplerini germek dışında başka
mastürbasyon malzemesi olmayan insanlarla tanışmadınız mı? Ben tanıştım. O
yüzden Fletcher benim için bir korku filmindeki hayaletten daha gerçek,
dolayısıyla daha korkunç bir canavardı. Bundan sonra kabuslarımda, Elm
sokağında yaşasam dahi, Freddy’i göreceğime Fletcher’ı görürüm, o kadar
diyeyim.

Uğruna kan akıtılan hırslar ne kadar can acıtır?
Film iki
karakterini de o kadar güzel inşa ediyor, senaryo aktıkça farklı yanlarını o
kadar güzel ifşa ediyor ki hayran kalmamak mümkün değil. Bir anda kendinizi
Fletcher ile empati kurarken, hatta hiç utanmadan ona hak verirken
buluyorsunuz; sonra üzerinde durduğunuz yumuşak halı birden altınızdan
çekiliveriyor. Andrew’a acıyıp onun için kan ağlamaya başlıyorsunuz ki onun da
henüz evrimini tamamlamamış bir Fletcher olabileceği gerçeği tokat gibi
yüzünüze çarpılıyor. Dizilere odaklanan bir sitedeyiz madem, ikisinin
ilişkisini Damages dizisinde Glenn
Close ve Rose Byrne’ün canlandırdığı karakterlerin dinamiğine çok benzettim.
Biri karnı aç bir avcı, diğer kendisi olmaktan sıkılmış ama içindeki vahşiliği
kendine itiraf edemeyen sadece görünüşte zavallı bir av. Ve hikaye ilerledikçe
değişen roller, oynanan psikolojik oyunlar, yaşanan patlamalar ve akan onca kan…
Hem gerçek, hem de mecazi anlamda.
Whiplash’i sakin kafayla, sonrasında arkadaşlarla eğlenmek gibi planlarınızın
olmadığı bir zamanda izlemenizi öneririm. Ama izleyin, mutlaka!