Hani hep deriz ya, “Hikayeleri 8 yaşındaki kız çocuğunun
dünyanın en güzel gözlü çocuğuna aşık olmasıyla başladı.” diye; düşündükçe bu
cümlenin eksik kalması, tamamlanmaya ihtiyaç duyması da Hayat Şarkısı’nın
güzelliklerinden biri değil mi?
Küçük bir kız çocuğunun gözlerine hüznü yerleştiren,
hayallerini şekillendiren, geleceğe uzanan yolculuğunda yollarına taşları
döşeyen ve yine tüm bu hüzün bulutlarını ortadan kaldıran Bayram Bey’in ta
kendisi değil midir? Dolayısıyla “Hikayemiz Bayram Bey’in aşkıyla başladı.” da diyebilir
miyiz? Bence diyebiliriz.
Bayram Bey… Gerçek hayatta karşımda olsa belki de nefret besleyeceğim bu adamı nasıl bu kadar sevdim? Kurgusal dünyanın
güzelliği denilebilir mi buna? Ya da güzel karakter yaratmanın? Denilir, denilir.
Hülya… Ayaklarına büyük gelen çoraplarına bakarken iç çeken,
bir parça eti yutkunarak midesine indiren, yalnız kalma korkusuyla türlü
oyunlara giren, en mutlu anında bile korkuyu yüreğine saklayan Hülya… Hülya’nın
gözyaşlarının sebebi Bayram Bey’di oysa.
Bayram Bey, geleneksel kodları öyle güzel taşıyordu ki bir
an bile attığı adımın mantıksızlığının peşine düşmedim. Tanıdığımız Bayram Bey,
tam da o şekilde davranırdı. İlginç olan ise onu bu kadar seviyor olmamdı.
Bunda Ahmet Mümtaz Taylan’ın muazzam performansının etkisi çok çok büyük elbet
ama sanırım ben karakter tasarımına hayran olmuştum. Burada da Mahinur Ergun’un
sihri göz kırpıyordu işte.
Bayram Bey, zaaflarını saklamayan bir karakterdi zira.
Aldattı ama aldattığının doğru olduğunu savunmadı. Evlatlarını zorla evlendirdi
ama muhteşem bir baba olduğunun altını çizmedi. Çevreye zarar verdi ama temiz
bir geçmişi olduğunu iddia etmedi. Hatalarıyla ayakta durmayı bildi. Özür
dilemeyi, telafi etmeye çalışmayı da.
Evlilik sonucu dünyaya gelen bebeğine babalık yapmayanlara
karşın, Bade’ye bir an bile sırt çevirmedi. Onu Hüseyin ve Kerim’den ayırmadı.
Bayram Bey’e en çok kızdığım ve en çok sarılmak istediğim an, o andır işte.
Nefretle sevgi karışımı duygular içerisindeydim, badem kız Cevher Malikanesi’ne
yerleştiğinde. Sonrasında Bade’ye sarıldıkça Bayram Bey’e sarılasım geldi, bir
yandan da içten içe kızdım tabii.
Hüseyin ve Kerim’i istemediği evliliklere sürüklerken,
üstelik iki evliliğe de kendi hatalarından dolayı mecbur kalmışken yine kızdım
Bayram Bey’e. Bir gece yarısı Hülya’nın yanında oğlunu beklediğini gördüğümde
ise hüzünlendim.
Hülya’nın Mehmet’i doğurmadığını öğrendiğini öğrendiğimizde
burnumun direği sızladı. Bahar’ı öğrendiğinde verdiği tepkiye çok kızdım.
Düğme’nin doğumundan sonra hastane odasında Hülya’yı izlerken kalbimde bir
şeyler acıdı. Bayram Bey’le Hülya’nın arasındaki ilişkiyi sonunun nereye
varacağını merak ederek izledim hep. Yolun sonuna geldiğimizde, Bayram Bey’in
kalbine elini koyup da “Babasın sen!” diyen Hülya’yı görünce ise tutamadım
gözümdeki yaşları.
Bayram Bey, ‘babalık’ kodlarına o kadar güzel bürünmüştü ki,
geriye kalan her şey babalığın süsü gibiydi. Ne Bayram Cevher oluşu, ne de
Süheyla Hanım’ın kocası haliydi beni ona bağlayan. Dedelik bile babalığın
getirdiği bir zorunluluktu. Babaydı o, benim de babam…
Baba-kız hikayelerini oldum olası severim fakat bu başkaydı.
Yorulup da bir köşede uyuyakaldığımda ekrandan uzanıp üzerimi örten, yanlış bir
şey yaptığımda kaşlarını çatan, çekindiğimde elimden tutup ‘Hadi!’ diyen,
mutluluğumu doyasıya paylaşan, elini omzundan hiç eksik etmeyen biriydi sanki
Bayram Cevher. Bayram Baba’ydı, sevgiydi, şefkatti.
Belki de Bayram Cevher’i tüm zaaflarına rağmen bu kadar çok
sevmemin sebeplerinden biri de buydu. Sevgisi naif, şefkati sonsuz bir adam
oluşu…
Yine de Hülya’nın gözyaşlarının sebebiydi Bayram Bey.
Zamanında Çamoğlu Salih’in elindeki fırsatı sahiplenmese, her şey farklı
olabilirdi belki. Belki Hülya, yoksulluğun ve yoksunluğun ne denli can acıtıcı
bir şey olduğunu öğrenmezdi. Ama bu sefer de tanıdığımız, bildiğimiz Hülya
olmazdı değil mi?
Hayaller, uçsuz bucaksız… Hikayeler, seyircinin zihninde sonsuz…
Bir gerçek var ki; Hayat Şarkısı hep güzel, hep özel. Bayram Bey’se, hepimizin
babası. Her daim…