Hilal de haklı. Hilal sonuna kadar haklı. Kopup geldiği topraklardan, yeni
geldiği toprakları savunmak istiyor. Orası onun yaşam alanı, yuvası, ailesi ile
yaşadığı yer bu topraklar, ne yapsın? Dizinin en güzel, en genç kadın
karakterlerinden. Her seferinde Léon’a yeterince aşık değil diye çemkirip
durduğunuz Hilal, sonuçta hayatında ergenlik denen şeyi yaşayabilmiş mi
zannediyorsunuz? Sanki 10’lu yaşlarında okula gitmiş, liseye gitmiş de orada
erkeklerle flört etmiş ya da erkekler ona yan gözle bakmış mı sanıyorsunuz? Çok
normal değil mi Hilal’in aşkta biraz “donuk” ve “sönük” kalması? Yani, Léon’un
aşkına verdiği yanıtlarda bam güm gitmesi, hep yurttan vatandan topraktan örnek
vermesi nedendir sanıyorsunuz? Çünkü hayatı “vatan” ile geçmiş bir kız o. Bu
kadar yüklenmeyin. Yavaş yavaş açılacak. Çok güzel sevecek.

“N’oldu albay, bir avuç müşküle yardım ettiniz diye pişman mı oldunuz
şimdi?”
İlahi Azize Hemşire :) bu tonlamayla bir kahkaha patlatmadım değil
(Bergüzar Korel’e de sevgiler yolladım). Eee yani kolay mı Cevdet’in karısı
olmak? Pardon, kağıt üstünde ya da dini olarak öyle gözükmese de hepimiz
biliyoruz ki öyle. Yalnız tabii Yunanla alay etmenin sonuçları da hoş değil.
Albay Stavros’nun oyuncakları da onun türlü çeşitli işkence aletleri sonuçta.
Cevdet gelip zevcesini kurtarmasa eminiz ki o elektriği kadın falan dinlemeden
veriverir Azize’ye… sonra geriye ne Azize kalır ne de bebek. Cevdet ve
Azize’nin yüzleşmeleri de mükemmeldi. Kabul etse de etmese de Azize Cevdet’i
“sevmekten hiç vazgeçmemişti”… vazgeçemezdi. Altıncı hissi bile radar gibi
kocasının vurulduğunu tahmin eden bir kadın sevdasından vazgeçebilir miydi?
Başka bir adamın koynuna girebilir miydi? Öyle bir niyetle evlenir miydi? Asla!
Cevdet’in bunu anladığı iyi oldu tabii ki. Biz de bu pek kabil olmayan evlilik
konusunda bir nebze olsun içimizi rahatlatmış olduk.

“Kim derdi ki o silahlar Yunan’ın cehenneminden Anadolu’nun cennetine
gidecek?”
Yaz kızım, “Very unkabil and so much aymazlık in front of your enemies”…
Yahu resmen içinizde bir hain var diye bar bar bağırıyorsun Hilal! O ne biçim
mektup! Halit İkbal’in de bu bildirileri bir yere kadar! Léon kendisini
öldürmek istemeseydi de sen zaten ipe gönderecekmişsin! Aklınca çocuğa teşekkür
ediyor bir de yarabbim! Yukarıda Hilal için söylediklerimi işte tekrarlıyorum
burada; adeta minik bir erkek Fatma olan Hilal, aşkını ancak böyle
betimleyebiliyor, vatanı sevdası üzerinden… Neyse, 20’lerine gelen Hilal de
demiş ki “Liseye gönderildik de Jane Austen vardı, biz mi okumadık?”. Kız da
haklı tabii.

“Kimseye… etmem… şikayet. Ağlarım ben halime.”
E tabii üst üste, önce Cevdet, sonra Vasilis, üstüne Azize… “Teker teker
gelin ulan!” diye bağıramazdı tabii. Bu kadar üstüne gelince kendini meyhanede
buldu Léon. Kendisine oldum olası sinir olan, kafa göz girişmek isteyen
(karındaşı) Ali Kemal hesap sormak istedi. Çok dertliydi Léon, çok içliydi.
Kimseye şikayet edemezdi, kararını kendi vermişti, ipini kendi çekmişti.
Canından olacak onca, yüzlerce, binlerce insanın kanı daha dökülmeden
ellerindeydi. Bu sorumluluk boğuyordu onu, öldürüyordu. Çünkü “bazen senin ne
istediğinin hiçbir ehemmiyeti yoktur”. İhsan Hanım’ın acısını duyan Sarkis
Efendi gibi Ali Kemal, sen de Léon’un duygularını anlamanın bir yolunu bulamaz
mısın? Bulabilirsin sanki çünkü sen de o duyguların pençesinde kıvranıyorsun,
senin de sırların var. “Siz bu toprakları koruma çabasındasınız, biz bize
verilen vazifeyi ifa etmeye mükellefiz. Size niye yardım ettiğimi ben de
bilmiyorum. Bir asker olarak vicdanımla vazifem arasında böyle sıkışıp… kaldım!”
Bu ifadelere sen de karşılıksız kalamazsın Ali Kemal, bu duyguları sen de anlarsın,
halden anlarsın…
Halit İkbal’in mektubunu okumadan yakan Léon için artık mektup da bir anlam
ifade etmiyor, zira okursa o mektuba anlamlar yükleyecek ve diğer tarafa
geçmesi zorlaşacak. Tanrı’dan başka sığınacak ya da saklanacak yeri yok artık,
tek yapabileceği onun yanına giderken günahlarının affedilmesini dilemek. Elini
eteğini dünyadan tamamen çekmek üzere ve bunu gerçekten de kafasına koymuş.
Yazı devam ediyor..