Vatanım Sensin: Kimseye etmem şikayet

Vatanım Sensin: Kimseye etmem şikayet
Bu hafta Vatanım Sensin’in 24'üncü bölümü, Boran Kuzum’un alıp götürdüğü, oyunculuk anlamında (televizyon ekranında olmasından mütevellit) kendini en fazla kişiye gösterdiği ve rolün hakkını fazlasıyla verdiği bölüm olmuştur. Zira kendisini bu yazıda bir değil birden fazla kez öveceğim, o nedenle şimdiden uyarmak istiyorum. Ya iktisat okumayı (okusaydı, meslektaşım olacaktı o ayrı mesele) bırakıp Devlet Konservatuarı'na girmeseydi? İyi ki bu kararı vermiş. Oyunculuk belki çocukluktan beri kurduğu bir hayal olmasa da, mesleğini gayet güzel icra ediyor. Boran’ı bu kadar övdüğüm için tabii unuttuğum zannedilmesin, bu bölümde onun bu kadar ışıklar saçarak parlamasını sağlayan görüntü yönetmeni Burak Kanbir’e, bu bölümü yöneten Burak Arlıel’e ve tüm set ekibine de ayrı ayrı teşekkür etmek gerekiyor.

Bu hafta Boran’ı bu kadar övmemize neden olan ve sahnelerini yazan senarist ekibinin de çok büyük bir övgüyü hak ettikleri ortada. Ayrı ayrı sahnelerde, yardım sandıklarında silahları gördüğünde hiç ifadesiz kalabilen yüzü, sonrasında acı çekercesine Hilal’e bakışı, odasında üniformasına bakarak vicdan muhasebesi yapışı, tekrar odasında Allah’a yakarırken ve Katip Hilal’in (Halit İkbal’in) mektubunu yakarak af dileyişi, annesine sarılırken/kendince veda ederken acı acı gülümsemesi, korudayken önce beynine sonra kalbine nişan alması ve kendisini kurtarmak isteyen Hilal’e “ben bir vatan hainiyim!” derken resmen acılar içinde yanan pişman bir adamın güler gibi ağlaması… Bunları yazan senarist ekibine ne söylesek az. Umarım yukarıda yeteri kadar özetleyebilmişimdir, zira aşağıda ayrıntılara gireceğim. (Adeta abstract gibi oldu).
 
Ve tren kalkarken İzmir’in Kavakları çalıyordu…
 
Bazen dizinin hayran kitlesi (fandom) fazla dağılıyor ve hatta ayrı saflara bölünüyor diziyi izlerken. Dizinin sadece belgesel olmadığını ya da dizinin sadece bir aşk hikayesinden ibaret olmadığını unutuyor. İkisi birbirine harmanlanmış bir kurgu bu sonuçta. Selanik’ten zorla evlerini terk ederek İzmir’e gelen bir Türk ailesinin hikayesini izliyoruz. Bunu hatırlamak gerek. O nedenle unutmamalı ki, biz sadece İzmir’de olan biteni görüyoruz. Oysa aynı zaman diliminde Anadolu’nun başka cephelerinde de başka olay örgüleri yaşanıyor. Unutulmasın ki bu izlenenler sadece Batı Cephesi; Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın İç Cephesi var, Güney Cephesi var, Doğu Cephesi var… Yani Léon “sayesinde” Türklere yardım ulaştı evet, dolaylı olarak. Ama onun sayesinde savaş kazanılmadı. Bu kadar abartılmamalı bu mesele.
 
Dizide özellikle bu bölümde çok önemli olduğunu düşündüğüm iki konuya yer verildi bu hafta: Kuvayı Milliye için giden teçhizat ve silahlar ile “payitahtım çok yaşa” diyen yobazlar. Evet, yobazlar! Bir takım insanların sonuçta o devirde, var olan yönetim şeklinin devam etmesi ve ülkeyi yöneten kişiye sadık kalmalarını istemeleri çok normal. Amma velakin savaştasınız, işgal altındasınız ve sürekli zulüm görüyorsunuz. Bunu engellemenin de yolu, o dönem sizi yöneten ülkenin başındaki kişinin yerinde oturarak sayması ile mümkün görünmüyor ve zeki bir adam çıkıyor, milleti toplayıp bir araya getirmeye çalışarak işgal altındakini memleketini kurtarmak için stratejiler geliştiriyor. Sonra da kalkıp bu zeki adam hakkında, yani Mustafa Kemal Paşa hakkında “ona güvenmeyin!” diye karar çıkarıyor, memleketi kurtarmak için mücadele eden Mustafa Kemal Paşa’ya güvenen insanları asıyor ya da onlara zarar veriyorsunuz. İşte, okumuş, hümanist, bir takım fikirleri idrak edebilen insanların şaşırdığı genelde de hep bu olur: cahiller ve yobazlar. Sonunda bu hafta bu yobazları izledik. Hiç şaşırtmadılar. Neden biliyor musunuz? Menemen’de Mustafa Fehmi Kubilay’ı da öldüren bunlar ve bu zihniyetteki insanlardır. Okumuş, fikri hür, vicdanı hür insanlar bunların karşısında hep zarar görmüştür… Ne yaparsak yapalım, dünyanın düzeni maalesef uzun zamandır böyle. Bir takım insanlar özgürce kimsenin kimseye karışmadığı bir şekilde yaşamak isterken bir takım insanlar hep başkalarının ne yaptığına karışmak isteyecek çünkü uğraşacakları başka bir meşgaleleri olmayacak.
 
Boğazına lokumun pudra şekeri mi kaçtı Miralay Tevfik? N’oldu?
 
İşte o günlerde insanlar, yani milli mücadelenin gereğine inananlar, o güzel nineler ve dedelerimiz böyle bir çaba içerisinde kendilerinden türlü çeşitli fedakarlıklar yaparak yardım ederlerken Mustafa Kemal Paşa’ya ve mücadelenin komutanlarına, miralay gibi bir takım soysuzlar da alttan alta kendilerine pay çıkarmak için, ülkenin bulunduğu bu berbat durumdan kendilerine fayda sağlamak için ince ince işler çeviriyorlardı. Biz hikayenin sonunun ne olduğunu biliyoruz, ama önemli olan gelişmeyi izlemek ve görmek…
 
Léon’un vicdan muhasebesi: Vazife mi vicdan mı derken bütün hücreleri ve bütün DNA’sı ile paramparça bir genç adam.
 
Geçen hafta dediğim lafı yutmak zorunda kaldım. Evet, Léon sevdiği/sevdası uğruna milletine ihanet etti. Ettiği ihanetin bedelini de canını alarak ödemek istedi. İzmir’e ayak basalı birkaç ay olmuşken tüm bu yaşadıklarını tahayyül etmek zor. Vicdanen yaptığı muhasebeyi idrak edebilmek için oturup uzun uzun düşünmek gerekiyor. Hümanist ve sanatkar ruhlu bir insanın, istemeden dahil olduğu bir savaşın içerisinde can almak zorunda kalması (ilk bölümde Hasan Tahsin’i vurması, bir iki bölüm içinde çocukluk arkadaşını kurşuna dizmek zorunda kalması, ve diğerleri…) kanına dokunuyor; kalbine, ruhuna, aklına dokunuyor. Oysa silahları gördüğü halde susarak verdiği kararla, büyük ihtimalle birçok insan ölecek, hem de kendi milletinden, mensubu olduğu ordunun erleri ölecek. Belki de o erlerin bir kısmı, tıpkı kurşuna dizdiği çocukluk arkadaşı gibi, hiç bilmediği yaşamadığı bu topraklarda boşu boşuna can verecek. Bunu düşünebiliyor musunuz? Bu duyguları anlayabiliyor musunuz? “Tek gayem hayatta kalmanız” dediği kadın için yaptığını, tek bir can için binlerce candan vazgeçişini, bu muhasebeyi anlayabiliyor musunuz? Siz yapabilir miydiniz aynı şeyi? Ben kendimi Léon’un yerine koymak istemiyorum… Koyamıyorum da.
 
Görevin getirdikleri mi, yüreğinin sesi mi?
 
Önce General Cevdet’in (bizim için halen Binbaşı) gelip “üniformamızın hakkını vermek mecburiyetindeyiz, aksi ihanet sayılıyor” demesi, daha üstünden birkaç saat geçmeden babası Kumandan Vasilis’nin “silahlar nasıl gitti bulun bana!” diye emretmesi, bu olay daha çok sıcakken bir de üstüne Azize’nin gelerek teşekkür edip “nedenini siz daha iyi biliyorsunuz” demesi, adım adım Léon’u intihara sürükledi. Kafasının içinde “ihanet!”, “hıyanet!”, “utanç!” kelimeleri çınladı durdu (Burada Cersei’nin walk of shame’indeki gibi çın çınları fona ekleyin. Gülmeniz için demiyorum, olayın ciddiyetini idrak edin diye diyorum).

Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER