2000'lerde doğan çocuklar tonton bakkal amcaları, kadirşinas
komşuları, babacan polisleri, kallavi kasapları kaçırdı. İkinci Bahar bize,
sanki bir kar küresinin sihirli alemiymişçesine iyi niyet mahallesini armağan
etti. Ama masalın içinde gerçek payı vardı. 1998'de her birimiz ekonomik
krizden kavrulurken, kim kimi kazıklayacak, kim fırsattan istifade garibanları
dolandıracak, şimdi bu taksici beni hangi yoldan götürecek, otobüste başıma
neler gelecek, neresi yıkılıp AVM olacak diye düşünmekten ziyade çay koyup
Samatya'nın sıcak kucağında saklanmayı tercih ediyorduk. kebaçpı Ali Haydar,
kasap Melahat kadar Şirinler Köyü'nde yaşamıyorduk ama hayatta sevdiğimiz,
kendimizi insan hissettiğimiz anlara ait en tatlısından bir şey mutlaka
buluyorduk. İkinci Bahar'ın zaman geçtikçe daha da masalsı hale gelmesi, bizim
kasvetli varoluşumuzla açıklanabilir ancak. Geride bıraktığımız henüz cinnet
geçirmemiş ülkemiz, İkinci Bahar da onun en iyi niyetli tasviri.
Üstelik bir daha ekranda görmediğimiz ayrımsız bir iyi niyet bu.
Her insana, onu insan yapan zıtlıkları, sefil duyguları ve sıradanlığıyla kucak
açan. Mahalle kavramsal olarak nasıl bütünleştirici, kaynaştırıcıysa öyle iç
içe geçerek sevdiren. Zıtlıkların değil, ortaklıkların, hepimizde aynı olan
ince hislerin değerini bilen.
Bugün Gülsüm'ü evlenmeden hamile kaldı diye topa koyacaklar,
Gülsüm İstiklal Caddesi'nde yürürken yoktular. Kimse zabıta Şecaattin'den,
kebapçı Vakkas'tan ölümüne nefret etmedi. Dul kadınlara, yalnıza annelere,
başına buyruk, özgür genç kızlara hırslanmadı. 'Bize ters demedi'.
Çünkü 'bize ters' değildi. Bizdik o. Komşusunun muhbiri olan
paranoyak manyaklar değildik. Kimin eli kimin cebinde dışında, hala ekşimemiş
bir seyir alışkanlığımız vardı. Entrikaya fikslenen tek vuruş dram junkie'leri
değildik. Ve yavuz Turgul, Uğur Yücel, Şener Şen, Türkan Şoray, Meral Okay bunu
iliklerine yazılmış gibi biliyordu. İçimizi okudular. Çünkü içimiz ortaktı.
Sezen Aksu hepimizin aşkını anlatırdı, Ali Kırca 'hayatı
paylaşmak için' haber okurdu, Beyoğlu müthiş bir yerdi ve rakı içmekten,
otobüste öpüşmekten, mahalle esnafından korkmazdık.
Dizi yapımcıları da kanallardan, oyuncular Twitter'dan, kanallar
da RTÜK'ten korkmazdı. Yavuz Turgul eminim ATV'ye çok az hesap vermiştir, belki
de hiç. Dizi tam ekonomik krizin göbeğinde yayına çıkıp askıya alınmak dışında
hiçbir içeriksel müdahaleye uğramadı. Sakıncalı görülüp kırpılmadı. Müstehcen,
genel ahlaka aykırı, çocukları gençleri ebedi ruhsal çöküntüye maruz bırakacak
diye cezalandırılmadı. Üstelik 3 saatimizi de talep etmiyordu. Efendi gibi 45
dakikamızı alıp, 'selametle' diye çekiliyordu evimizden. Süre ağdalanmadığı
için de, gece yatınca bile beynimizde uğuldayan inim inim müziğe dayanmıyordu.
İncesaz tatlı tatlı çalarken, soğanlar, domatesler tıkır tıkır doğranıyor,
sanki bizim mutfakta cızır cızır köfteler, hararetle patlıcanlar kızarıyor,
biri sarımsaklı yoğurt yapıyor gibi oluyordu.
İkinci Bahar'ın bitişiyle çok kıymetli bazı taleplerimizi de en
güzel eski paltomuzu çıkarıp askıya asar gibi bir kenara bıraktık.
Oyuncuların eğitimli olmasını talep etmekten vazgeçtik. 1998'de
Nurgül Yeşilçay, Ozan Güven, Devin Özgür Çınar, Yasemin Conka konservatuvardan
yeni mezun şahane, ışıl ışıl gençlerdi. Öyle ortalıkta fink attıkları da yoktu.
Uğur Yücel böyle titiz uğraşmasa belki hiçbirini tanımayacaktık. Reality şov
katılımcılarından cast döşemeyi bugün müthiş bir sersemlikle kabul eden
bünyemiz, o zamanlar ekranda sadece sufle almaktan fazlasını görmeye ihtiyaç
duyuyordu.
Bırakın senaryoda özgün bir şey beklemeyi, tam tersi kopya talep
eder olduk. Bir Kiralık Aşk izliyorsak, 100 Kiralık Aşk daha izleyebilen,
Uzakdoğu dizisi ağzımızın tadına uyduysa, yıllar boyu her akşam aynı yemeği
yiyebilen zombisel alışkanlıklar edindik. İkinci Bahar'ı sevdiğimizde Perihan
Abla'dan gelen alışkanlıklarımıza yaslanmıyorduk. 'mahalle dizisinin' dev bir
klişe olduğunu biliyor, üzerine bir şeyler koyulması gerektiğini hissediyorduk.
Tam da bunu ve fazlasını yaptığı için perşembe akşamları bu kadar değerliydi.
İkinci Bahar Eski Türkiye'nin son demlerinin en içli resmini
çizdi. Bugün hala tekrarlarında sadece klasiklerde hissedilen o doğal, doygun
tatmin duygusunu yaşıyoruz. Şehrin hala iyi olduğunu, Beykoz Kundura Fabrikası
setinde geçen çakma bir 'sıcak mahalle'
hikayesinden değil, ruhumuzu bilen ustalardan dinlemeye ihtiyacımız var. Yoksa
bu nostaljik keder hiç bitmez. Televizyonumuz ve uzayıp giden melodramlarımızla
yapayalnız kalırız.