“Ben ağlamıyorum Albayım, eriyorum. Yavaş yavaş eriyorum. Biraz şansım varsa buhar bile olurum. Yok olurum.”
Bu repliği hatırlar mısınız? 23. bölümde, en tutunamayan zamanlarından birindeyken Poyraz söylüyordu, bir delirmenin eşiğinde. Arabadaydı, yanında üniformalı Cevher Albay… Onu da daha yeni yeni görmeye başlamışız hatta Poyraz’ın zihninde. Dizi ilk sezon finalini yapacak; ama baksanız henüz her şey yeni gibi.
23. bölüm acının da mutluluğun da çok dozunda yaşandığı bir bölümdü, en sevdiklerimdendir bu nedenle. Gereksiz duygu sömürülerinin yapılmadığı, Poyraz’ın çaresizliğini dibine kadar hissedebildiğimiz ama “Acaba şu an benim üzüntümden faydalanmak mı istiyorlar?” diye düşünmenin aklımızın ucundan dahi geçmediği zamanlardı.
65. bölümün açılış sekansında şu tarz bir sahneyle karşılaşıyoruz: Küçük bir kız çocuğu Poyraz’ın yanına koşup “Kolumu gördün mü?” diye soruyor, büyük bir korkuyla. “Şimdi buradaydı, babam çok kızacak.” diye de ekliyor. Başka herhangi bir diziden bahsediyor olsaydık, şu on saniyelik kısmı izledikten sonra bu vahşete daha fazla katlanmaz ve televizyonu kapatırdım. Ne yazık ki bahsi geçen dizi Poyraz Karayel’di ve çok rahatsız olmama rağmen yalnızca birkaç saniyeliğine televizyonun sesini kısmakla yetindim. Üzgünüm sayın senaristler, ortada çok değer verdiğim bir iş var ve kendimde sonsuz eleştiri hakkını görüyorum.

Orta Doğu’da kartlar yeniden dağıtılıyor.
Bu zamana kadar yaptığınız ve bolca eleştirildiğiniz pek çok ajitasyon konusunda sessiz kaldım. Ayşegül’ün kürtaj sahnesi bunlardan birisiydi. Sahnedeki oyunculuğun ve diyalogların başarısına odaklananlar kadar bu meselenin açık açık gözümüze sokulmasından rahatsız olan pek hatırı sayılır bir kesim de vardı. İki tarafa da hak verebilirim. Zira oyunculuklar ve bilhassa Ayşegül’ün taksideki monoloğu çok başarılıydı; fakat böyle uzun uzun işlenmiş, arabeskle yoğurulmuş bir çekime gerçekten ihtiyaç var mıydı?
Sefer’in ölüme gidişi başka bir mevzu. Bu konuda size çok seçenek sunulmadığının bilincindeyim, bu nedenle herhangi bir hikâye eleştirisi yapmak son derece gereksiz olacaktır. Fakat yine de sahnenin yazılış ve işlenişinde problemler olduğunu düşünüyorum. Gerçekleşmesini istemediğimiz bir olay, 46. bölümde de fazlaca ‘süslenerek’ karşımıza çıkıyordu. Ama Sefer’in monoloğu da öyle başarılıydı ki, kendi sesinden Ahirim Sensin dinleyerek uçuruma gidişinin izleyicide uyandırdığı etkiyi o kadar da sorgulamıyorduk.

Daha önce birbirinden nefret eden iki insan görmediniz mi hiç?
Varmak istediğim nokta şu: Çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Tüm olumsuzluklara rağmen 60 küsur bölümdür sizi her Çarşamba izlemeye devam eden kemik bir kitleniz var. Orta Doğu, savaş, canlı bombalar, gündem odaklı fazlasıyla can sıkıcı mevzu, bir de üstüne üstlük hepsi hakkında mesaj kaygılı büyük laflar eden karakterler… Hayır. Bunlara ihtiyacınız yok. İçinde olduğu otobüsün patlamasıyla kendini dışarı atan çocukların parçalanmış vücutlarını gözümüze sokmaya, zaten yeterince hayatımızda olan hassasiyetlerimize dokunmaya ihtiyacınız yok. Bunları geçen hafta da söyledim, böyle devam ederse haftaya da söyleyeceğim. Zira böyle bir Poyraz Karayel izlemek beni üzüyor ve bahsettiğim üzüntü, yukarıda 23. bölümden alıntıladığım tarzda bir üzüntü değil.
Emirhan’ın da Ata Berk’in de böyle sahnelerde oynamak zorunda olmamaları gerektiğini düşünüyorum. Sinan’ın hastanede Poyraz’a yönelttiği “Neden yapıyorlar bunu? Neden öldürüyorlar çocukları?” sorusu örneğin… 62. bölümdeki cenaze sahnesinde de söylemiştim, Ata Berk’in öyle bir sahnede ‘babasının’ arkasından ağlamasını sakıncalı bulmuştum. Pedagog filan değilim ve haddim olmayarak söylüyorum, bizim için bile son derece can yakıcı olan konuları on bir yaşındaki bir çocuğun ağzından duymak meseleyi normalleştiriyor. Dikkat çekmek uğruna da olsa (Ki bence yaratıcı bir kurgu üzerinden canlı bomba ve türevlerine dikkat çekemezsiniz.) gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelmiş bu tip olayları bir yerli dizide görmekten, ben kemik bir Poyraz Karayel izleyicisi olarak rahatsız oluyorum.
Yazı devam ediyor..