Akşam eve yorgun argın geliyorsunuz. Patron derdi ayrı, yolu trafiği ayrı dert. Yemek ye, evin işlerini hallet falan derken kendinize ayıracak çok vaktiniz kalmıyor. Bir de uyuyup, ertesi güne yeniden uyanıp döngüyü devam ettirmek lazım çünkü. Modern zaman insanının hapsolduğu hayat aşağı yukarı böyle. Hafta sonuysa şayet evde dinlensem mi yoksa dışarı çıkıp sosyalleşsem mi derdi. İmdadımıza diziler yetişiyor. Yerli, yabancı. Her hafta bekleyecek yeni bölümler, sürpriz bozanlardan kaçabilecek miyim heyecanı, son bölümde izlediklerim yeni bölüme nasıl bağlanacak merakı derken diziler bayağı yoldaş, yaren, adeta yalnız ve yorucu hayatlarımızda saçımızı okşayan birer el haline geliyor. Duygusal bağ kurmak kaçınılmaz oluyor hal böyleyken. Karakterleri benimsiyoruz, evimizin hayatımızın birer parçası oluyorlar. Oysa her güzel şey gibi dizilerin de sonu var. Bu kadar bağlandıktan sonra veda etmek zor geliyor. Çok uzatmadan, sündürmeden, tadını kaçırmadan yaşanan ayrılıklar onları sonsuza kadar hafızamıza iyi kazıyor, bazen çok uzuyor, bitti de kötü ayrılmadık iyi ki diyoruz. Her ayrılık zor. Dizilerden ayrılmak da zor.
Bir makine için ağlamak, bir makineyi sevmek, bir kişilik atfedip kendimizi özdeşleştirmek bir hayli zor. Bunu başaran bir dizi girdi hayatımıza. 2011 yılında başlayıp 2016’nın 22 Haziran’ında sona eren bir dizi: Person of Interest. Geç tanıştım ben. İzlemeye başladığımda 3. sezonu yayınlanıyordu sanırım. Bilimkurguya olan düşkünlüğümü bilen birileri önermişti. Çok da iyi yapmış; izlemeye başlar başlamaz hayran kaldım. Bilimkurgu dediysem pek alıştıklarımıza da benzemiyor. Gelecekte geçmiyor, uzaylılar saldırmıyor. Bizim dünyamızı anlatıyor aslında. Bugünümüzü. Geleceğimize pencere açıyor; olacakları haber veriyor. Bir çeşit kâhin bu dizi. Gördüğü ve anlattığı şeyler bir bir yaşanmaya başlayan bir kâhin. Uyarıyor. Başınıza bunlar gelecek diyor, hatta gelmeye başladı bile. Gözünüzü ve kulağınızı iyi açın. Yapabiliyorsanız engel olun. Engel olmanın yolunu da gösteriyor: Mutlaka hacker olmanıza, süper zeki, süper güçlü, yetenekli olmanıza gerek yok. Birlik olmaktan, denemekten vazgeçmeyin diyor. İnsanlıktan ve birbirinizden umudu kesmeyin. Mesaj vermek şart değil elbette ama verecekse de böyle mesaj versin bir dizi.

Makinenin gözünden biz
Harold Finch bir deha. Tuhaf ve yalnız bir adam. Bir makine yaratıyor. Hep makine diyoruz; dizide de adı bu zaten yarattığı şeyin. Bir çeşit süper bilgisayar. Herkesi, her şeyi izleyen, izlediği şeylerle ilgili algoritmalardan çıkarımlar yapan ve bu çıkarımlar doğrultusunda tehlikeli olayların, insanların ölmesinin önüne geçen bir alet bu. Dizinin sezonları boyunca bu makinenin tasarlanma, üretilme, kullanılma ve gerek devlet gerekse başka odaklar tarafından ele geçirilme aşamalarını izliyoruz. Harold, bir ekip topluyor kendine. Eski ajanlar, geçmişini kaybetmiş insanlar, bilgisayar dehası suçlular, kötü polisler gibi toplum dışına itilmişlerden oluşuyor bu ekip. Kötülük yapmış olsalar da hâlâ içlerinde iyilik görebildiklerine güveniyor Harold. Makinenin arayıp bulduğu, tehlikedeki insanları kurtarıyorlar. Polisiye hikâyelerin anlatıldığı, suçluların yakalanıp iyilerin kurtarıldığı bölümler izliyoruz. Bu arada bizim makineye rakip bir başka makine çıkıyor ortaya: Samaritan. Derin devlet de diyebileceğimiz karanlık güçlerin elindeki Samaritan bizim makinemizden daha güçlü. O da izliyor, her anımızı kaydedip fişliyor. Bunu farklı amaçlarla, insanları kurtarmak için değil de kendi hâkimiyetindeki bir dünyayı kurmak için yapıyor. Samaritan ortaya çıktıktan sonra mücadele iyilerle kötüler yani makine ve Samaritan arasında yaşanıyor. Ekip fire veriyor, savaşta düşenler oluyor, makine ölecek gibi oluyor, umut neredeyse bitiyor.
Yazı bir sonraki sayfada devam ediyor...