Belgesel sineması genellikle es geçtiğimiz, seyirciye çok ulaşmayan, ancak meraklısının ve festival takipçilerinin dünyasında yer eden bir şey. Oysa kurmaca sinema nasıl çok yol aldıysa günümüzde belgesel sineması öyle ve o kadar nitelikli belgesel filmler izliyoruz ki hafızalarımızdan uzun süre çıkmıyorlar. Ben Hopkins’in son filmi Hasret de böyle bir film işte. Almanya’da yaşayan İngiliz yönetmen Ben Hopkins aşina olduğumuz bir isim. 2008 yılında çektiği Pazar: Bir Ticaret Masalı filmi Antalya’dan Altın Portakal ödülüyle dönmüş ve çok beğeni toplamıştı. Geçen yıl Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale için yarışan ve geçtiğimiz günlerde 48. SİYAD Ödülleri’nde En İyi Belgesel ödülüne kavuşan son filmi Hasret nihayet bu hafta seyirciyle buluşuyor. Bir İstanbul belgeseli olarak adlandırabileceğimiz Hasret aslında bundan çok daha fazlası. Belgeselle kurmacanın iç içe geçtiği, söyleyecek çok sözü olan, sinemasal anlamda birçok uzun metrajlı filmden çok daha üstün bir yapım var karşımızda.

Ölüler konuşamaz mı sandınız?
Kentler yaşar. Bizimle birlikte nefes alır verirler. Ruhları vardır kentlerin, tarihleri vardır. Sırtlarında gelmiş geçmiş tüm yıllarda yaşayan insanların anılarını, hayaletlerini taşırlar. Yağmurda ağlarlar, yüzleri gözleri çamur olur. Belki de her kent böyle olmaz bilemedim, çok romantize ettim belki durumu. Ama İstanbul tam da böyle bir kent. Onun için hem nefret edip hem de kopamıyoruz. Her gün şikâyet edip her gün ufkuna baktıkça içleniyoruz. İşte bu güzel kentin belgeselini çekmek için birçok ekip geliyor ülkemize. Almanya’dan Türkiye’ye gelen küçük bir belgesel ekibinin hikâyesi Hasret. Her İstanbul belgeseli gibi bunun da oryantalist bir film olmasını istiyor kanal. Kalabalık Taksim görüntüleri, Boğaz’da gün batımları, sahilde el ele âşıklar çekilsin istiyor. Ama çekilen film (yani Hasret) başka bir şeye dönüşüyor. Ya da İstanbul kendisi başarıyor bu dönüşümü. Kamerasını kimsenin girmek istemediği varoşlara, çöp toplayan Suriyeli göçmenlere, evleri ellerinden alınmış kentsel dönüşüm mağdurlarına çeviriyor. İzi duvarlardan bile silinmek istenen Gezi Direnişi’nin izini sürüyor, dışlanmışları, ötekileri kucaklıyor. Her gün aynı yerde saatlerce bekleyip şehrin her yerinde çekilen onlarca diziden birinde figüranlık yapmak peşinde olanları dinliyor. İstanbul aynanın arkasında kalıp görünmeyen yüzünü göstermeye çalışıyor filmimizin yönetmeni. Çekimler gündüzden geceye dönüyor. Karanlık arka sokaklarda kaldırımlar içine çekmeye başlıyor ekibi. Hayaletler var İstanbul’da ve o hayaletler peşlerine düşüyor. Ekibin parası ve zamanı giderek tükenirken ve durumun karanlıklaşmasından ürküp gitmek isterken yönetmen ısrarla terk etmek istemiyor; bir kadına âşık olurcasına tutkuyla bağlandığı şehri.

Kentin hafızası duvarlara kazılı
Film adeta ortasından ikiye bölünüyor, belgesel gibi başlayıp kurmacaya dönüyor sonradan. İlk bölüm klişelerin dışına çıkan bir belgeselken ikinci bölüm bir adamın giderek akıl sağlığını yitirmeye başladığı bir gerilim filmi oluyor adeta. Ben bunun bilinçli bir tercih olduğunu, hatta Ben Hopkins’in İstanbul’la ilgili kurmaca bir film yaptığını ve bunu belgesel gibi göstermeye çalıştığını düşündüm kendi adıma. Kent belleğiyle kendi belleğimizin iç içe geçişiyle ilgili sosyolojik tespitleri, iktidarın devinimimizi çektiği olumsuz noktalardan bahsedişi, varoluşumuzla ilgili dertlerimizi yaşadığımız mekânlara nasıl bağladığımızı anlatışı; bütün bunları yaparken kullandığı dil ve ulaştığı görsel anlatımın güzelliği kelimelerle zor tarif edilecek cinsten. İsa Çelik tarafından canlandırılan sözde tarihçinin anlattığı; ölülerden ve onlarla nasıl bağlantı kuracağımızı anlattığı bölümden sonra yükselen tempo böyle bir filmden beklenmeyecek türden. Üstelik yaşattığı gerilim değme korku filminden beter. Bir belgeselle bu kadar duyguyu harekete geçirebilmek gerçekten çok büyük bir ustalığın eseri.
Filme adını veren Seyyan Hanım’ın seslendirdiği Hasret şarkısı öyle yakışmış ki yapılan işe, ancak izleyince anlayabileceksiniz. O güzelim siyah beyaz finalde ortaya çıkan beyaz elbiseli kadını görmek için bile değer Hasret’i izlemeye. Çünkü İstanbul o şarkı kadar, o kadın kadar güzel.