İnsanlık tarihinin dönüm noktaları, savaşlar, soykırımlar yüzlerce, binlerce ve hatta milyonlarca insanın hayatını etkilemiş; sayısız hikâyenin kaynağı oldu. Bu da her zaman beyaz perdede yerini bulmasına, hem film endüstrisinin hem de seyircinin gözde tercihi olagelmesine imkân tanıdı. Bunlar arasında, sinemada en çok izlediğimizse İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere uygulanan soykırım oldu. Sayısız örneği olan bu filmlerden bazıları basit birer duygu sömürüsü olmaktan ileri gidemezken Schindler’in Listesi gibi örnekler sinema tarihine adlarını altın harflerle yazdılar.
Ülkemizde seyirciyle ilk kez Filmekimi Film Festivali’nde buluşmuş olan Son of Saul bu hafta vizyona giriyor. Macar yönetmen László Nemes’in ilk yönetmenlik denemesi olan Son of Saul sessiz sedasız ve iddiasız katıldığı Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye adaylığı ve Büyük Jüri Ödülü’yle döndü. Cannes’dan sonra katıldığı tüm festivallerde de ödül alan ve büyük övgülerle karşılaşan film aynı zamanda 2016 yılı Oscar Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinin en güçlü adayı.

Son of Saul, bugüne kadar izlediğimiz Yahudi soykırımı filmleri arasında çok özel bir yere sahip. Soykırım filmlerinde genellikle epik bir anlatım ve drama dozu yüksek senaryolar izleriz. Seyircinin duygularını manipüle etmek ve dâhil olduğu insanlık tarihiyle yüzleşmesini sağlamak ister anlatılan bu öyküler. László Nemes ise bu güne kadar yapılanlara sırtını çevirmiş ve kendi ailesini de yakından ve derinden etkilemiş olan bu korkunç felaketi bambaşka bir açıdan göstermiş bizlere. Filmin kahramanı Saul, savaşın sonlarına yaklaşılan günlerde Naziler için çalışan, hayatı bağışlanmış, ya da ölümü geciktirilmiş diyelim, Macar bir Yahudi. Saul gibilere Sondercommando deniyor, görevleri ise kamplara getirilen Yahudilerin karşılanması, yerlerine yerleştirilmesi, gaz odalarına götürülmesi, yakıldıktan sonra geriye kalanların toparlanması ve temizlenmesi. Bu katlanılmaz işi yapmak sağlıyor hayatta kalmalarını. Saul bir gün gaz odasından mucizevi şekilde sağ çıkan bir çocuk buluyor ve ölmesin diye Alman doktorların peşine düşüyor. Bu nafile çabası sonuç vermiyor ve çocuk ölüyor sonunda. Filmin bu noktasından sonra Saul’un tüm çabası bu çocuğun dini vecibeleri yerine getirerek, düzgün bir şekilde gömülmesini sağlamak. Saul bu çocuğun toplama kampına gelirken yanında olan kendi öz oğlu olduğunu iddia etmeye başlıyor. Bizlerse film boyunca bu bilginin gerçek mi yoksa savaş yüzünden psikolojisi alt üst olmuş bir adamın hezeyanı mı olduğunu öğrenemiyoruz. Saul’un kendine amaç edindiği bu görevi gerçekleştirmesi içinde bulunduğu koşullar yüzünden neredeyse imkânsız. Ve kahramanımız imkânsızı gerçekleştirebilmek adına kendini isyanların ve kaçış planlarının arasında buluyor.

Filmi böyle özel ve değerli kılan da tam olarak bu aslında. Ne önemli bir adamı izliyoruz, ne de ulvi amaçlar var karşımızda. Kahramanımız büyük kahramanlıklar peşinde değil kendi kişisel derdinin, belki vicdan azabının belki de bunca umutsuzluğun içinde küçücük bir umudun peşinde sadece. Filmin çekim tekniği, temposu, görsel dili de anlattıklarıyla birebir uyum içinde. Bu kadar ağır bir öyküyü böyle bir tempoyla ve izleyiciyi hiç bekletmeden ve sıkmadan anlatmak muazzam bir başarı. Çoğunluğu kampın içinde, gaz odalarının, yatakhanelerin, yani kapalı mekânların içinde geçen Son of Saul’da yönetmen Nemes kamerasını önce Saul’un yüzüne sonra da tam ensesine yerleştirerek olayları sadece onun gözünden görmemizi sağlamakla kalmıyor bizleri de dolaştığı yerlerin içine sokup gördüğümüz her şeyin parçası olmamızı sağlıyor. Her şeyin birinci elden tanığı olan Saul ve defalarca soykırım filmi izlemiş olan seyircinin ortak bir özelliği var: Algıda duyarsızlaşma. Okuduğumuz ve izlediğimiz şeyler sayesinde artık kalabalık gruplar halinde zorla kamplara taşınan insanların yüzündeki korkulu ifadelerden, üst üste yığılmış cansız bedenlerden daha az etkilenmeye başlıyoruz ister istemez. Saul da bizim gibi; bizzat yaşadığı hatta müsebbibi olduğu bu ölümleri görmezden geliyor. Kamera bize onun mücadelesini anlatırken fondan duyduğumuz çığlıklar belirsiz, yanından geçip gittiği ceset yığınları flu, adeta görünmez. Anlatımdaki bu tercih hem seyirciyi öteleyen, özdeşlik kurmasına engel olan bir mekanizmaya dönüşüyor hem de filmi kendinden önce çekilen soykırım filmlerinin kopyası olmaktan kurtarıp özel bir yere koyuyor.

Sıradan bir adamın olağanüstü koşullarda yaşadığı ama sadece kendisini ilgilendiren sıradan maceralarını böyle özel bir sinema dili, bu yetkinlikte bir teknik başarı ve dimdik, benzersiz bir tavırla anlatan Son of Saul sadece bu senenin değil sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olmaya aday. İyi seyirler.