Grímur Hákonarson: Filmde rol alacak koyunları seçmek çok daha zordu!

Grímur Hákonarson: Filmde rol alacak koyunları seçmek çok daha zordu!
Hollywood filmleri sarmış dört bir yanımı, baktığım her yerde onların izi duruyor. Özellikle ödül törenlerinin birbiri ardına düzenlendiği şu günlerde, aynı on-on beş filme maruz kalmaktan dünya sinemasını unutuyoruz. Ne var ki bazen, en beklenmedik ülkeden çok samimi bir film çıkıveriyor da masada çeşit oluyor. Bağımsız-ama-o-kadar-da-bağımsız-olmayan-filmler-aşkına, sizleri uzaklardan, taa İzlanda’dan gelen harika bir filmle tanıştırmak isterim; “Rams”, gel oğlum.

Kelimenin tam anlamıyla “Koçlar” ismini taşıyan film, İzlanda’nın küçük bir kasabasında, küçükbaş hayvan yetiştiriciliği yapan iki erkek kardeşin hikayesini anlatıyor. Aynı arazide yaşamalarına rağmen, kırk yıldır konuşmayan inatçı kardeşlerden biri, kasabadaki herkesle küs, sosyalleşmeyi sevmeyen, başına buyruk huysuz bir ihtiyar. Diğeriyse, kendi işine gücüne bakan ve yaşadıkları arazinin yasal sahibi olmasına rağmen, annelerine verdiği sözü tutarak kardeşinin de orada kalmasına izin veren mülayim bir hayvan yetiştiricisi. Dargın kardeşlerin ikisi de bekar, hiç çocukları olmamış. Hayattaki yegâne uğraşları, üzerlerine titredikleri hayvanları ve bir gün onları kurtarmak için güçlerini birleştirdiklerinde, olaylar gelişiyor.

Konusu ve lokasyonu itibariyle en pazarlanabilir film gibi olmasa da, dünya festivallerinden eli boş dönmeyen Rams, iki inatçı kardeşin ilişkisini anlatan samimi ve evrensel hikayesiyle, gişe filmlerinden biraz olsun nefes almamızı sağlıyor. Toronto, Selanik ve Zürih gibi pek çok uluslararası film festivalinde gösterilen Rams, Cannes Film Festivali’nin “Un Certain Regard” (Belirli Bir Bakış) bölümünde büyük ödülü kazanan ilk (ve şimdilik tek) İzlanda filmi olmanın gururunu yaşıyor. Festival başarılarının yanında, ünlü eleştiri sitesi Rotten Tomatoes’da yüzde 98, IMDB’de de 10 üzerinden 7.5 olumlu oy alan film, Amerika’da Şubat 2016’da izleyiciyle buluştu.

Filmin Los Angeles’da yapılan özel ön gösterimine katılan yönetmen Grímur Hákonarson, hafif kırık ingilizcesiyle, filmin, kendi ülkesiyle kültürel anlamda pek de ortak özelliği olmayan birçok farklı bölgede bu kadar sevilmesini hikayenin evrenselliğine bağlıyor. “İki inatçı kardeş, her yerde iki inatçı kardeş. Dünyanın her köşesinde böyle insanlar var ve herkes bu filmde kendi ailesinden bir parça bulabilir.” Çocukluğunda, yazlarının büyük bir kısmını köyde, büyük babasının yanında geçiren ve filme konu olan pek çok olaya birinci elden şahit olan Hákonarson, filmi ailesini düşünerek yazdığını anlatıyor.

En iyi koç kazansın

İzlanda sinemasının önemli aktörleri Sigurdur Sigurjonsson ve Theodor Juliusson, birbirinden hiç hazzetmeyen iki kardeş rolünde son derece inandırıcı bir performans sergiliyor. Yönetmenin söylediğine göre, rollerine hazırlanırken koyunlarla bayağı haşır neşir olmak zorunda kalan ikili, film boyunca hayvanları küvette çitilemekten, öpücüklere boğmaya, geniş bir yelpazede sevgilerini gösteriyorlar. Başrol oyuncularını seçmenin çok da zor olmadığını, zira İzlanda sinema camiasında bir avuç insan olduklarını gülerek anlatan Hákonarson, bütün ciddiyetiyle, koyunları seçmenin çok daha zor olduğundan bahsediyor.

İngilizcesinden dolayı, acaba şaka yapıyor da biz mi anlamıyoruz diye birbirine bakan seyirciler, yönetmenin açıklamaya devam etmesiyle bu konuda son derece ciddi olduğunun farkına varıyor. Kameralar karşısında nispeten sakin durabilecek hayvanlar bulmak için bir nevi “oyuncu seçmeleri” düzenleyen yönetmen, sonunda istediği sakinlik ve şirinlikte hayvanlara kavuşmuş. Yine de, filmde en çok zorlandığı konu sorulduğunda “hayvanlarla çalışmak” yanıtını veren Hákonarson, koyunları “yönetmesi” gerektiği gerçeğinin gece uykularını kaçırdığını ama bir şekilde durumun üstesinden geldiğini belirtiyor.

Oyuncuların “ev halinde” birden fazla kez çıplak görünmesi konusunda yorum yapan ödüllü yönetmen, “Onlar daha fazla çıplak sahne istediler ama ben durdurdum.” diyerek gülüyor. Bütün amacının her açıdan dürüst bir film yapmak olduğunu söyleyen Hákonarson, son dönemlerde kimsenin kırsal kesimde geçen hikayeler anlatmak istemediğine değiniyor.  Kendisi iyi ki elini taşın altına koyup böyle bir film yapmış da, bizi İzlanda’nın izbe, normal şartlarda haritada gösteremeyeceğimiz dağlık bölgelerine götürmüş. Sayesinde böyle bir hikayeden haberimiz oldu; yoksa nerden bileceğiz?

Benim filme dair en sevdiğim şey, yönetmenin rahatlığı oldu. Hákonarson, hiçbir şekilde kardeşlerin küslüğünün sebebini açıklamaya girişmemiş ve olayı tamamen bizim yaratıcılığımıza bırakmış. Zaten ne gereği var? Ne farkeder niye küstükleri? Açıklasaydı da, eminim dünyadaki bütün kardeş küslükleri gibi, eften püften bir sebebin zamanla dallanıp budaklanması gibi bir noktaya bağlanırdı. Asabi kardeşin, mülayimi sürekli taciz etmesi, en acil konularda dahi sadece, eğittikleri köpekle not yollamak suretiyle haberleşmeleri ve en sevdikleri varlıklar tehlikeye düştüğünde hiç düşünmeden güçlerini birleştirmeleri, kardeşi olan herkesin biraz da gülümseyerek izlediği durumlardan birkaçı. Filmin sonunda karakterlerin akıbetini açıklamaya da zahmet etmiyor yönetmen, çünkü zaten birlikte düştükleri yolda ne olup bittiğini az çok görüyoruz, içimiz rahat.

Türkiye’de gösterim tarihiyle ilgili henüz bir bilgi bulunmayan Rams’e olur da bir yerlerde denk gelirseniz mutlaka izleyin. Biraz İskandinav havası, biraz izbe topraklar derken hop bambaşka bir dünyanın içindesiniz. Hadi yine iyisiniz, bedava kültür turu.
 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER