Danimarka’nın Oscar adayı “A War” filminin yazar/yönetmeni
Tobias Lindholm, kariyerine yazar olarak başlayıp, yavaştan yönetmenliğe geçen
başarılı bir sinemacı. Şimdilerle “Hannibal” olarak tanıdığımız, ünlü
Danimarkalı oyuncu Mads Mikkelsen’in rol aldığı ve 2014 Oscarlarında
Danimarka’yı temsil eden “Hunt” filminin yazarı Lindholm, Akademi Ödüllerinde
bu sene ikinci kez arz-ı endam edecek.
“A War” filminin Los Angeles’da yapılan özel ön gösterimine
katılan Lindholm’le yapılan söyleşi, açıkçası filmin kendisinden çok daha
ilginçti. Yönetmen konuşmanın başında, filminin Oscar’a aday gösterilmesi
konusundaki hislerini şöyle anlattı:
“Tabii ki büyük sürpriz oldu. 2012’de bir sabah
bilgisayarımı açtığımda, Oscar’a aday gösterilecek bir film yazma hırsında
değildim. Bir gün tesadüfen, Afganistan’da savaşmış bir askerle tanıştım ve onunla
uzun süre konuştuktan sonra bu hikayeyi anlatmak istediğime karar verdim.”
İlginç bir şekilde, filmde “rol alan” askerlerin tamamı,
gerçek hayatta Afganistan’da savaşmış kişiler. Hiçbiri profesyonel oyuncu değil
ve birçoğu 20’li yaşlarının başında savaşa gönderilmiş. “Bu askerlere,
kendilerinden çok şey kattıkları filmin Oscar’a aday gösterildiğini söylemek,
benim için en büyük ödüldü.”
Yönetmenin, filmlerini yaparken neden hep belgeselci bir
yaklaşım seçerek, gerçek insanlar ve hikayeler kullandığı sorulduğunda, bugüne
kadar bir sinemacıdan duyduğum en dürüst yanıt geliyor: “Dürüst olmak
gerekirse, kendi hayal gücüme pek de bayılmıyorum. Etrafımda olan biteni, hayal
gücümün ürettiklerinden çok daha ilginç buluyorum.”
Evde oturup bir şeyler yazmak yerine, dışarda yeni
insanlarla tanışmayı yeğleyen Lindholm, çok sıkıldığı ve kendini alkole verdiği
bir düğünde, kendisi gibi barda yalnız oturan bir askerle tanışmış ve laf lafı
açtıkça, yeni arkadaşının bir süre önce Afganistan’da savaştığını öğrenmiş.
Konuyu son derece ilginç bulan Lindholm, ertesi gün kahveye çağırdığı askerin
savaş hikayelerinden çok etkilendiğini ve o anda bu filmi yapmaya karar verdiğini
söylüyor.
Filminin, savaş, aile ve mahkeme şeklinde üç bölüme
ayrıldığı hatırlatıldığında, hayatın birden fazla yönünü yansıtmayı sevdiğini
söyleyen yönetmen, senaristlerin çoğu zaman, seyircilerin filmi anlaması için
olayları sadeleştirildiğini ve bunun seyircinin zekasına hakaret olduğunu
belirtirken, filmi içinden geldiği gibi yazdığını anlatıyor. “Hepimizin hayatta
farklı rolleri var. Her birimiz bir ailenin bireyiyiz, hepimizin hayatını
kazandığı bir işi var ve bunların yanında, günlük hayatta sivil bireyler olarak
demokrasinin birer parçasıyız. Filme baktığımızda, komutan karakteri, mesleği
askerlik olan bir aile babası. Bunların yanında, sivil hayatta da demokrasinin
kurallarına uymakla yükümlü bir birey. Mahkeme sahnelerinin içeriğini de
aslında bunlar oluşturuyor. Bu karakteri, toplumda üstlendiğimiz rolleri
düşünerek yazmaya calıştım.”
Filme hazırlanırken, 1970’lerde çekilmiş birçok Amerikan
filmine göz attığını ve bu filmlerde, askerlerin zamanla insanlıklarını kaybetmesinin
anlatıldığını söyleyen yönetmen, kendi filminde bunun tam tersini yaratarak,
komutan karakterine daha insani bir açıdan yaklaşmaya çalışmış. Bir askere,
birisinin babası ve kocası gözüyle baktığımızda, onu algılama şeklimizin anında
değiştiğini anlatan Tobias, kendisinin de üç çocuk babası olduğunu ve aile
sahnelerini yazarken, kendi aile hayatından esinlendiğini belirtiyor.
Danimarka’nın, İkinci Dünya Savaşı’nda beş saat kadar
savaşıp, hemen pes ettiğini şakayla karışık anlatan Lindholm, ülkesinin o
günden beri sadece Afganistan’a asker yolladığını ve toplum olarak savaşa ve
askerliğe pek de alışık olmadıklarını söylüyor. Filmde herhangi bir politik
görüş yansıtmak yerine, olayları olduğu gibi aktardığı yorumu yapıldığında,
politikayla pek de arasının olmadığını belirten yönetmen, sadece hümanizme
inandığını ve politikanın insanları ayırmaktan başka bir işe yaramadığını
söylüyor.
Lindholm, annesinin ciddi bir İskandinav komünisti olduğunu
ve hâlâ, zenginlerin, fakirlerden para
çaldıkları için zengin olduklarına inandığını söylediğinde, salondaki zengin ve
beyaz izleyici kitlesinden kahkahayla karışık tuhaf tepkiler geliyor. Filmi
yaparken yegâne amacının, annesi gibi
bir insanın, savaş suçlusu bir askere sempati duymasını sağlayabilmek olduğunu
anlatan Lindholm, hikayeyi yazdıkça, sahneleri annesinin üzerinde test etmiş ve
onun ahlaki değerlerini alt üst etmeyi amaçlamış. “Olay zaten hep annemizle
ilgili.”
Yönetmenin “A Hijacking” filminde de başrolü üstlenen ve “A
War”da komutan karakterine hayat veren Pilou Asbæk, an itibarıyla Game of
Thrones’un oyuncu kadrosunda ve önümüzdeki yaz Ben-Hur filmiyle seyirciyle buluşmaya
hazırlanıyor. Yönetmene, başrol oyuncusuyla ilişikisi sorulduğunda, başta
kendisinden hiç hoşlanmadığını ama çok iyi bir oyuncu olduğundan onunla çalışmaya
mecbur kaldıklarını gülerek anlatıyor. Zamanla iyi bir iş ilişkisi kuran ikili,
daha sonra birçok projede birlikte çalışma fırsatı yakalamış. Danimarka’da
fazla oyuncu olmadığından bahseden yönetmen, “Mads Mikkelsen (Hannibal) artık Amerika’da.
Onun da gidişiyle Danimarka’da sadece dokuz tane iyi aktör kaldı.” diyerek
durumla dalga geçiyor. “Pilou Asbæk’in Game of Thrones’da bir an önce
öldürülüp, Danimarka’ya dönmesini bir tek ben istiyorum sanırım.”
Kendisinin de Hollywood’a gelip, burada projeler üretmek
isteyip istemediği sorulduğunda, Hollywood’da harika oyuncular/fırsatlar
olduğunu ama Danimarka’da eşiyle dostuyla film yapmaktan son derece memnun
olduğunu ve bunu bırakıp Hollywood’a gelmesi için, çok iyi bir teklif alması
gerektiğini söylüyor. “Neyse ki, filmlerim bir şekilde dünya çapında izleniyor.
Benim için önemli olan, hikaye. Her seferinde, hikayenin beni götürdüğü yere
gidiyorum.”
Filmin Afganistan’da geçen büyük kısmını Türkiye’de, Suriye
sınırına yakın yerlerde çektiklerini söyleyen Lindholm, kısmen Afganistan’a
benzeyen coğrafyası ve Afganların yaşadığı mülteci kamplarının yoğunluğu nedeniyle bizim oraları tercih ettiğini
söylüyor. Kamplardan kendisine oyuncu seçtiğini anlatan yönetmen, filmdeki
askerler gibi, Afgan “oyuncuların” da
hayatlarında oyunculuk yapmamış, gerçek mülteciler olduğunu söylüyor. Türkiye
dışında, filmin küçük bir kısmı İspanya ve Ürdün’de, geri kalanı da Kopenhag’da
çekilmiş.
Seyircilerden biri, olayın mahkemeye taşınmasını abartılı
bulduğunu, Danimarka’da savaş karşıtı oluşumların ne derece aktif olduklarını
merak ettiğini söylediğinde, böyle bir durumun gerçekten de mahkemeye
taşınacağını belirten Lindholm, Danimarka’nın savaşla pek tecrübesi
olmadığından, bu gibi durumlarla tam olarak nasıl baş edeceğini bilemediğini
söylüyor. “Duygusal açıdan baktığımızda, ben de komutanın hapse girmesi
taraftarı değilim çünkü geride karısı ve çocukları var, ama bütün bunlar,
Danimarka’nın savaşa asker göndermiş bir ülke olarak, durumun sonuçlarıyla baş
etmeye çalışmasını yansıtıyor.” Filmde mahmeke sahnesinin sonunda, ekleyeceği
bir şey olup olmadığı sorulan Claus, basitçe “hayır” diyor ve kaderini
beklemeye başlıyor. Bu sahnede, karaktere uzun konuşmalar yazıp hepsinden
vazgeçtiğini söyleyen yönetmen, komutanın ağzını açtığı anda, gerçeği itiraf
edeceğinden korktuğunu en saf haliyle yansıtmak istediğini belirtiyor. O yüzden,
yazdığı konuşmaların hepsini silip, karakterinin fazla konuşmasına engel
olmuş.
Sizi bilmem ama ben yazarları, özellikle senaryo yazarlarını
çok ilginç buluyorum ve bu nedenle elimden geldiğince onların söyleşilerini olduğu
gibi yansıtmaya çalışıyorum. Tobias Lindholm de, kendisiyle son derece barışık,
karakteri, filmlerinden çok daha ilginç bir yönetmen. Kendi deyimiyle, Danimarka’da “eş dostla film
yapmaktan” son derece memnun olan Lindholm’ün, geçtiğimiz senelerde gösterime
giren ve büyük başarı yakalayan “Captain Phillips” filminden önce, taa 2012’de
aynı konulu başka bir filme, “A Hijacking”e imza attığını hatırlatmakta fayda
var. Filme dava açabileceği söylendiğinde konuyu gülerek geçiştiren Lindholm,
bir kez daha efendiliğini kanıtlayarak iyice gözümüze giriyor.
Yeni filmine kadar, görüşmek üzere Tobias!