Kitap okumayı çok severim. Kelimelerin beni çağırdığı dünyaya hamak kurup rüzgârın estiği yöne savrulmak bambaşka duygular uyandırır ben de. Ve eğer okuduğum iyi bir kitapta, son sayfanın son cümlesini okuduktan sonra saatler süren bir durgunluk dönemi başlar. Hiçbir şey düşünemem, hiçbir şey yapamam yahut kafamı hiçbir şeye yoramam. Sadece durur ve rüzgârın savurduğu artçı hisleri duyarım ve uzunca bir süre dinlerim. Zevk ala ala, o kitabı okurken alamadığım hissiyatı kitap bittikten sonra işitir, bir şarkının hoş rayihasında sallanırcasına sarsılır ama huzurlu olurum. Bu durum başıma çok fazla geldi ve ben bunun için kitaplara aşık oldum.
Sanırım bir gün biri bana aynı hissiyatı bir diziden sonra yaşayacağımı söylese ona şöyle bir bakar, güler ve hayatımdan tamamen uzaklaştırırdım. Neden bilmiyorum, bu ilk kez oldu ve sahibinin kitaplar olduğu bu duygu olmaması gereken bir üründen peydahlandı içime. Dondum, uzun bir süre sustum, su içtim ve aynı döngüyü uzunca bir süre tekrarladım. En sonunda su içimde birikip tuvalet kapısı beni kucaklarcasına çağırana kadar kendimde değildim. Bazılarınıza bu abartı ya da sarhoşluk gibi gelebilir ama ben tam da böyleydim. Ve korkuyorum. Çok korkuyorum. Aynı duyguyu bir daha tadamayacağımı düşünüp geriye bakıyorum ve hafızamdan son bir günü silip tekrar yaşamak için neler vermeyeceğimi düşünüp gülüyorum.
The Walking Dead’e bir Derviş’in tavsiyesiyle, bana “tam senlik” demesiyle başlamaya karar verdim. Aynı Derviş -bu sizin bildiğiniz elinde sopası, kafasında şapkası olan dervişlere benzemiyor.- “Ne kadar şanslısın, çok iyi bir ilk sezon izleyeceksin.” dediğinde “Ne diyor bu yahu?” demiştim. Şimdi anladım ki, şayet bir derviş bir kelam ettiyse, sorgulama yap zira onu derviş yapan da sana oturup içini karıştırmadan kutuyu alıp sahiplenmeni sağlayandır vesselam.
Boşluğu doldurunuz: Bir sabah uyandım ki bütün hayatım ... Her neyse, birçoğunuzun da yaptığı gibi bir oturuşta bitti. İlk bölüm dışında 45’er dakikalık 5, toplam 6 bölümü izledikten sonra onlarca bölüm dizi, yüzlerce sayfa kitap okumuşçasına kalktım ekranın başından. Kalkış o kalkış, sonrasında yukarıda da yazdığım gibi bir tur döngüsü gerçekleşti mutfakla tuvalet arasında. Hiç utanmadan söyleyeceğim, karanlıkta bir süre bir çıtırtı duyduğumda yanı başımdaki elektrik düğmesine bir puma gibi sıçradığım da yalan değil, o da artık başka bir yazının konusu.
Bazı olaylar vardır, o olaylara şahit olurken, izlerken ya da düşünürken kendi halinize bakıp bir kez daha şükredersiniz. Ne o olayın içinde olmayı, ne de o olaya bulaşmış şahısların yerinde olmayı tercih eder, “benden uzak, Allah’a yakın olsun” deyip bir kenara geçer ve kendinizi dünyanın en şanslı insanı olarak nitelendirip harika bir gün geçirirsiniz. The Walking Dead’i izledikten sonra bende aynen bu tepkiler oluştu. “Düşmanımın başına bile vermesin” dedim kendi kendime. Çünkü ben kendimi bu kadar güçlü bir insan olarak düşünmüyorum, çevremde de böyle insanlar görmedim. Sevdiklerinin bambaşka kimlikle, bambaşka gözlerle kendine baktığını gören insan zaten kör olmuş demektir. Sevdiği bir insana merhamet vermek için ona ateş etmek bir insanı asla eskisi gibi yapmaz. Tercih etmemesi halinde yapması için zorunlu olduğunu bilmek, sanırım dünyanın en acı verici duygularının başında gelir.
Merle Dixon rolünü Michael Rooker canlandırdı En çok etkilendiğim sahnelerden biri, Merle Dixon’ın kelepçeli bir halde tutsakken yoldaşlarının kaçıp kurtulmasını izleyip kendini bir yamyam sürüsü tarafından çevrelenmesini görmesi ve görünürde çırpınıp dua etmekten başka hiçbir şey yapamaması. Belki hiçbir zaman kötü olduğunu kabul etmeyecek olan Merle Dixon’ın kendi inançsızlığını ve kötülüğünü kabul ettiği bir sahneydi. Aynı sahnenin benzeri Titanic’de de vardı. Seni kurtaracak bir anahtar yok ve olduğun yerde mıh gibi çiviliyken, ölümden de beter bir duygunun sana yaklaşmasını izlemek… İnsanı saniyeler içine deli yapabilecek bir duygu bu. Yalvarırsın, inandığın şeye yakarır ve asla gelmeyecek bir yardım için dilenir, önceden ne kadar kötü bir insan olduğunu kabullenip af dilenirsin.
Merle Dixon berbat bir insan olabilirdi ama o işkenceyi hiçbir canlanın yaşaması olağan ve kabullenir bir şey değil. Herkes gidiyor, kurtuluyor ama sen saniyeler sonra yok olacağını bilmene rağmen bir şey yapamıyorsun. Sonunda acı bir ölüm olmasa bile, yaratıkların cırlaması ve bomboş yalnızlık, zamanın seni yok edeceğini bilmesi. Umudun tükendiği an ve çaresizliğin çırılçıplak önünde uzanması. İşte bu iki faktör o an insanın içinde olan son insanı duyguyu da alır ve kişinin kendisine işkence çektirerek bileğini kesmesine sebep olur. Öyle ki o anda insanın dönüştüğü vahşet kan kaybından bayılmamasına ve tek elle iki yaratığı yere zorlanmadan sermesini sağlar. O sahnenin verdiği duyguyu bir daha ne zaman alacağım acaba?
İnsanın “insani” varlığını koruyabilmek için kendi içinde verdiği amansız mücadele ve gidebildiği yere kadar gitme arzusunu fitilleyen o akli dengeyi koruyabilme içgüdüsü herkes de vardır. Yaşanılan bütün zorluklara rağmen kişinin acısız bir ölüm yerine mücadeleden vazgeçmemesini tercih etmesinin sebebi de budur zaten: Sürekli aklını yitiren yaratıkların vahşetleri arasında kendi aklının akışını dinleyebilmesi ve “ben buradayım” demesi. Uyandığında etrafını her türlü iğrençlikle, ölülerle ya da yaşayan ölülerle bulan ve eski olan her şeyin tamamen değişerek yeni ve berbat bir düzensizliğe büründüğünü gören bir insanın gerçekten bu kararlılıkla devam edebilmesi mümkün mü?
Hep bir eksik.. Ve tüm bu mücadeleye rağmen, hala diri kalmayı başarabilen duygu savaşı var. Çok az tanıdığı insanlarla çevrili bir grupta yaşam mücadelesi verirken, yanında en çok güvendiği insana, Shane’e teslim olan Lori’nin, kocasının ortaya çıkmasıyla beraber araya koyduğu buz gibi paravanın, hele önceki gün oğlunun yanında “babası” gözüyle bakan adamdan oğlunu bir canavardan kaparcasına alan bu paravanın gerçek sebebi ne peki? Lori’nin söylediği gibi Shane’in yalan söylemesi mi yoksa Rick’in olanlardan haberdar olmasından dolayı doğan korkusu mu? Her iki durumda da bu kadar kısa sürede fiziksel ilişkiye girecek kadar güvendiği bir adama yıllardır düşmanıymış gibi buz kesip uzaklaşması ve açıklanması gereken konuları bile kestirip atması Shane’in doğal olarak gözüne bir perde inmesine ve o gün tetiği “can dostu” bildiği Rick’e çevirmesine sebep oldu.
Gerek kafileden, gerek kafile dışından her karakterin bir geçmişi ve bu vebanın onları sürüklediği bir uçurumun olduğunu bilerek izlemek duyguları sınamakla kalmıyor, kişiye kendisinin öyle bir karar verme durumunda kalmaması için sessiz bir cümle fısıldamasına neden oluyor. Morgan’ın karısının fotoğrafını koyup daha sonra artık bir “aylak” olmuş cesedini vuramadığı zaman da, Andrea’nın kardeşi Amy’nin geri döndüğünde gözlerinde gördüğü grilikle yüzüne yansıyan dehşetin izlerinin altında yatan duygunun hep aynı olduğunu görüyoruz aslında: sadakat… Ne Morgan eski karısının bu yeni yaratığa dönüştüğünü kabul ediyor, ne de öldürmeden önce Amy’nin gerçekten de dönüşeceğine emin olmak isteyen Andrea.
6. Sezon 14 Şubat'ta başlıyor. Nasıl da güzel bir "Sevgililer Günü" hediyesi^^ Onlar sadakat ve sevgiyle bağlı oldukları bu insanların hiçbir şekilde kendilerini bir yem olarak görme ihtimallerine inanmak istemiyorlar. Ve bir gün kendilerinin de sevdiklerine aynı gri gözlerle bakacakları ihtimalini sonsuza kadar ortadan kaldırmak için savaşmaya devam ediyorlar. Çünkü insan denilen canlı, yanı başında eti için talip yüzlerce yaratık varken sevdiği bir insan için kolye beğenen ama aynı zamanda, bulundukları eyalette sayılı kalan son canlılar olmasına rağmen bu kolyeyi aldığı takdirde “hırsız” sayılır mı diye düşünebilen varlık. Ve aynı varlık, yürüyen ölülerle dolu ölüm kokulu bir tabiatta bu hislerini yaşamaya devam etmek istediği için sonu belirsiz bu mücadelesine “dur” demiyor.
The Walking Dead, adeta bir sinema filmi tadında, 300 dakikalık bir ilk sezonla benim için daha yeni başladığım ve izledikten önce olduğum insandan çok daha farklı biri olmama sebep olan muhteşem bir yapım. Ölülerin yüzlerine uygulanan makyajdan, oyuncuların gerçekliği yansıtabilme gereksinimiyle o maceraları adeta yaşayarak oynamalarına kadar, üzerinde çok fazla emek bulunan, bir saniyelik karesinde bile beni sıkmayan, her bir sahnesinde yüreğim ağzımda gerçeklerle yüzleştiğim ve asla yaşamak istemediğim bir mücadelenin tatmin olmuş hissiyle bitiriyorum günümü. Eğer dünyada böyle insanlar varsa biz hep eksiğiz, hep yarımız ve hiçbir şey yaşamamışız.
Şimdi önümde yaşanmışlıkları doya doya hissetmemi sağlayacak olan bölümler dururken, aynı Derviş’e güzelinden şöyle bir selam veriyorum: Sen sağ, ben selamet…