Hiç düşündünüz mü her sene Oscar ödül törenini niye
izliyoruz, elin oyuncusunun ödüle kavuşup kaşesini katlamasına neden ilgi
duyuyoruz diye? Ödülünü alan aktristin konuşması bizi ağlatıyor mesela. Ya da
kaybedince ne kadar bozulduğunu çaktırmamaya çalışan adayların düştüğü halle
eğleniyoruz… İşimiz gücümüz mü yok acaba?
Ben futbola ya da herhangi başka bir spor dalına ilgi duyan
biri değilim. Babama bir şeyler aldırmak için Galatasaraylı olduğumu kabul
eder; daha sonra yeni bir şey istediğimde önce bir müddet takıma söver, sonra
da sarı-kırmızı renklere yine yeniden teslim olurdum. Taraftarlık benim için
fırsatçılık yapmama vesile olacak bir araçtan ibaretti anlayacağınız. Fakat
geçen sene Oscarların yaşattığı büyük hezimet sonrası fark ettim ki benim de
taraftarlığım, hatta holiganlığım başka alanlarda patlak veriyor. Sitedeki
yazılarımı, özellikle de reyting analizlerimi okuyorsanız zaten çok sevdiğim
işleri kayıran, objektiflikle inişli çıkışlı ilişkisi olan biri olduğumu
zaten biliyorsunuzdur. Ama geçen seneki olay dağa küsen fareden beter etti
beni, Akademi’yle aram bozuldu.
Sinema bir aşk, her türlü duyguyu yaşatır.
Size de olur mu bilmem, ben bazen filmlere delice aşık
olurum. Hayatta birkaç kere başıma geldi bu durum, sonra o büyük aşk başka
filmlere bölündü, çoğaldıkça güzelleşti. Son aşkım Phil Lord - Chris Miller
imzalı 2014 filmi The Lego Movie’ydi.
Zaten çok sevdiğim Lego oyuncaklarını alıp her zaman ilgimi çeken ve yaralarımı
kaşıyan konu başlıklarıyla harmanlayarak şaheser yaratan filmi sinemada kaç
kere izlediğimi hatırlamıyorum (anlamı: sayıyı söylemeye utanıyorum). Daha
sonra televizyonda ve Blu-Ray’de izlediğim seferlerin konusunu açmayalım bile…
Gördüğüm herkesin yakasına yapışıp izlemelerini salık verdim, evime gelen
herkesi televizyonun karşısına oturttum, Twitter’da başka bir şeyden bahsetmez
oldum.
2015 Oscar adaylıklarının açıklandığı dönemde Digiturk’te
çalışıyordum. Malum, töreni yayınlayacağımız için Oscarlar zaten bizim için her
zamankinden çok önemliydi. Bizim de sohbetlerimiz Oscar aday tahminlerinin
işgaline uğramıştı. Ben her zamanki kendimden eminliğimle “Bırakın adaylığı, bu
sene Oscar’ı kesin kazanacak bir film varsa o da Lego Movie’dir!” diye dolaşan bir zavallıyım, henüz haberim yok.
Vakit geldi, hepimiz televizyonun etrafında toplandık, heyecanla adayların
birer birer açıklanmasını izliyoruz. Elimde Emmet mini-figürüm, keyfime diyecek
yok. Animasyon kategorisi açıklanmaya başladı. Bir film söylendi, yok. İki…
Yok. Üç… Yok. Adaylıklar alfabetik mi okunuyor, nedir, o an zaten dikkat
edemiyorum. Dört… Hala Lego demediler! Filmlerin hepsi okunuyor, The Lego Movie denmiyor. 1-2 kategori
bekliyorum, bir adayı okumayı unuttuklarını fark edip geri dönerler belki diye.
Malum orada sabahın körü, afyon patlamamış olabilir. Çünkü Akademi dediğin
koskoca kuruluş, bu kadar da yanlış bir karar vermiş olamazlar. İnsan
konduramıyor… Yetmezmiş gibi filmi ilk izlediğimden beri kafalarını ütülediğim
çalışma arkadaşlarım tepemde benimle dalga geçiyorlar, filmden anlamadığımın en
sonunda tescillenmiş olmasını alkışlıyorlar. Ben de elimde Emmet, mekanı terk
ediyorum. İnanır mısınız bilmem, gözlerim dolu dolu…
Oscar'ı bize vermezlerse, kendimiz almasını biliriz!
Ve ben sırf bu yüzden geçen sene ne büyük bir özen
göstererek tüm aday filmleri izledim, ne de aday tahminleri yaptım. Töreni
zaten sabahlayıp izlemedim, ertesi gün de göz ucuyla kazananlara baktım. (Big Hero 6 mi? En iyi animasyon mu? #epicfail) O gün bu gündür de Oscarlarla pek alakam kaldığını
söyleyemeyeceğim, öylesine canım acıdı. Sanırsınız filmi kendim yazdım, çektim;
evimi satıp ortaya para koydum. Adalet duygusu gelişmiş bir insanım ne yapayım,
böylesi kalleşliğe gelemiyorum.
Hikayeyi biraz gülüp eğlenin, biraz da bana acıyın diye
anlattım. Çünkü Türk filminde yaşamıyoruz, bana acıyabilir, bu yüzden beni
sevebilirsiniz; itiraz etmem. Asıl sorgulamak istediğim, Oscarlara neden bu
kadar değer verdiğim(iz)? Neden kanımı kesseniz sarı-kırmızı akar diyebiliyorum
ve bunu insanlar yadırgamıyor? (Galatasaray renkleri sanıyorsunuz,
yanılıyorsunuz. Lego’nun logosunun renkleri yahu!)
En temel sebebi ilk önce aradan çıkaralım. Her yıl bir sürü
film çekiliyor ve ortalama bir seyircinin seçim yapabilmek için bir takım
verilerin yardımına ihtiyacı var. Bu yeri geliyor yaptığı gişe oluyor, yeri
geliyor aldığı ödüller. Oscar demek, kalite demek. Oscar demek, ortaya
koyduğumuz ortalama 2 saatin karşılığını alacağız demek. Bu cepte.
Fakat oturup sabaha kadar tören izliyorsak, yayın tarihine
kadar bulabildiğimiz herkesle ödül alacakları tartışıyorsak, ödülleri kimin
vereceğinden tutun kim ne giyecekmişe kadar bakıyorsak bu işin altında başka
işler olması lazım. Kaliteli film etiketini ertesi gün kazananları iki satırda
okuyup da öğrenebiliriz ne de olsa. Başka sebepler aramamız lazım.
Oscar'ları silah zoruyla izletecek değiliz!..
İnsanoğlu kazanmayı ve kazananı izlemeyi sever. Hele ki söz konusu kazananlar binlerce
dolarlık kıyafetlerin içindeki güzel kadınlar ve yakışıklı adamlarsa. Ayrıca,
taraf tutmayı severiz. Bize destekleyecek, üzerinden milletle kavga edecek bir
konu verin; ve sonra değmeyin keyfimize. Bölünürüz, laf atarız, sonra da
dinlemez ve kabul etmeyiz. Her yerde bu böyle, bir tek bizde değil ki! Sinemayı
hobi olarak takip eden, hatta bazı alanlarda benim gibi fanatizme kayanlarda
durum daha da vahim. Spotlight en iyi
filmi alırsa hırsından ağlayacak insanlar biliyorum. Ya da Mad Max: Fury Road aday olabildi diye gözlerinden yaş gelen… Bir
gruba ait olma ihtiyacımızı giderdiğimizi düşünüyorum ben. O kazanınca kazanmış
gibi sevinebilmek, kaybedince de gerçek hayat stresimizi o üzüntüye akıtmak çok
kıymetli. İstediğimiz olmayınca trip atıp gitmek burada kullanabildiğimiz ama genelde
pek başvurmadığımız bir hakkımızdır, gerçek hayatta yapmak birkaç yürek yemek
istiyor zira. Evet, vejetaryen Leonardo DiCaprio’nun sırf o heykele kavuşacağım
diye hiç acımadan yediği yüreklerden bahsediyorum.
Ben Oscarlar’a hâlâ küsüm, kalbim paramparça. Canım filmimin
dediği gibi “Everything is awesome!” diye şarkı söyleyemiyorum (Evet, şarkıya
Oscar verdiniz, biliyorum. Yetmez ama evet?) Fakat, aşk demeyelim de, gönlümün
boş olmadığı filmler Inside Out ve The Martian ne yapacak, anı anına
görebilmek için töreni yine de izleyebilirim. Digiturk’ün özel stüdyo yayını da
bol malzemeli ve eğlenceli oluyor, en azından onu kaçırmamak lazım zaten. Bir
çiçek alıp Akademi’nin kapısına mı gitsem, bilemedim. Büyüklük bende kalsın.