The Knick izleyen bir Tıp öğrencisinin pek acıklı hikayesi...

The Knick izleyen bir Tıp öğrencisinin pek acıklı hikayesi...
Tıp nedir? İşte, insan sağlığıyla uğraşan bilim dalıdır. Klasik, net cevap. Bu soruyu bir de sokağa çıkıp otobüs bekleyen amcaya, örgü yapan teyzeye sor. Sana en çok para kazandıran daldan başlayıp gittiği doktorlara,yaşadığı rahatsızlıklara kadar sayar. Arada hafiften gömer doktoru, "çare bulamadı pek anlamıyordu ‘internet’te şöyle diyordu ama o böyle dedi pek bilmiyor galiba" diye, anlatır da anlatır, anlatır da anlatır. Zira bir gerçek var, herkes Google amcadan mezun ve kendisinin doktoru. 

Dünya üzerinde ne kadar insan var, yedi milyar mı? Hah, yedi milyar tane de doktor var. İyi de o zaman sen ne halt yemeye okuyorsun diye sorsan, inan ben de bilmiyorum. Hikayenin sonunda doktor olacağımız söylendi, ben de "bari insanlara bir faydam olsun, bir bakalım nedir, ne değildir şu tıp" dedim. Böyle tertemiz, saf, gökkuşağı açtıran hayallerle başladım bu maceraya. İlk böyle başlarsın okula. Sana beyaz önlük giyme töreni yaparlar, verirler gazı "hekimlik şudur siz şusunuz busunuz" diye. Heyt beee! Ne yapayım yani, ne yapayım? Benim de gözüm boyandı bir an. Dedim, herhalde direkt ameliyata falan sokacaklar bizi bu kadar gazı verince. He, sokarlar sokarlar (!)

Sonra dersler başladı. Anatomi diye bir dersle tanıştım. Ondan sonra winter is coming… Kemik adları, kas adları, o şu bu… Hadi onlar yine ezberle geç nedir yani? He canım he... Telefon defteri gibi hepsi iki isimli, yetmiyor hepsi Latince, o da yetmiyor aklına gelen her şeyin bir ismi var. Sen kemiksin kemik, senin çukurunun, bombenin, kenarının ismi olur mu? Oluyormuş. İlk şoku orada yaşıyorsun. Sonra nasıl bir işe bulaştığını anlaman için sana çoğu kişide ufak çaplı şok yaratan bir şey gösteriyorlar. Adı ‘kadavra’... "Abra kadabra"daki kadabra değil, yineliyorum ‘kadavra’. Ölü insan bedeni. Yüzlerini kapatıyorlar, vücudu üzerinde kasları, kemikleri, organları görüyorsun. Bozulmasın diye formaldehit dediğimiz bir şeyi sürdükleri için baş ağrıtıcı, göz yakıcı bir hal alıyor bu kadavrayı gözlemleme süreci.

İlk defa orada bir gerçekle yüzleşiyorsun. Herkesin ismen bildiği ama senin en acı şekilde gözlemlediğin gerçek. Ölüm gerçeği... Ölümün nasıl göründüğü gerçeği… O zaman anlıyorsun aslında biraz da olsa bu mesleğin ciddiyetini. Zira bir insan var, onun ölüm ve yaşam çizgisi arasında sen duruyorsun. Bu yük, ilk defa belki de bu kadar ağır bir şekilde biniyor omuzlarına. Sonra dersler devam ediyor işte ağırlaşarak. İnsan ilişkilerini tek bir cümleyle halleder hale geliyorsun: Ders çalışıyorum! Sinemaya gitme, yemeğe çıkma, gezip tozmakla ilgili diyalogların hepsinde senin cevap repliğin bu oluyor. Zaten komite dediğimiz sınav zamanı geldiğinde, patlayıcı madde taşıyormuşsun da alnında ‘yaklaşmayın, tehlikeli’ yazıyormuşsun gibi "aman şu ruh hastasından uzak duralım" der gibi yanaşmıyorlar, yanaşamıyorlar sana.

Sen ise durmaksızın not okuyorsun. Ortalama bir senede ÜÇ BİN sayfa notun oluyor; tekrar yazmalarla filan 10 bin sayfa not okumuş oluyorsun. Azmış kanka biraz daha okusaydın (!) Değişik bir uyku ritmi de kazanıyorsun: Gündüzleri insan geceleri vampir… Su uyur, düşman uyur ama tıpçı uyumaz. Bas kafeini, bas! Günün hiç keşfetmediğin saatlerini keşfedebiliyorsun. Saat 04.45 mesela. Ben bu saatin varlığını bile bilmezdim. Sonradan keşfettim aslında gayet tatlı bir saatmiş. Uyku zaten senin için dört harfli bir kelime olacağı için bünyen de sağ olsun sana ufaktan destek atıyor; beş saat uyu neyine yetmiyor diyor. Beş saatlik uyku yeter hale geliyor.

Tabii tüm bunlar olurken işin bir de hoca cephesi oluyor. İddia ediyorum, tıp kadar ast-üst ilişkisinin hissedildiği alan yok. Hoca sana "diz çök biat et" dese edeceksin... Sözlü sınavda ediyorsun da zaten hiç merak etme. Sözlü sınav dediğim de hocayla baş başa duygusal dakikalar geçiriyorsun böyle. Hocanın önünde tonla maket, torbadan tombala çeker gibi seçiyor birini "anlat!" diyor. Sen zaten heycandan adını bile zar zor hatırlayan gariban, aklına ne gelirse -o stresten gelebilirse tabii- anlatıyorsun bir şeyler, yalan yanlış. Artık ne kadarını tutabildiyse kafan. Sonra hoca bir padişah edasıyla "çekilebilirsin" diyor. Sen zaten canını bir nevi teslim ettiğin için artık geride ne kalmışsa alıp, çekiliyorsun. Ruhuna El Fatiha!

Ama esas ne zaman tıpçı olduğunu hissediyorsun biliyor musun? Ne kadavra gördüğünde, ne bitmeyen ders çalışma saatlerinde, ne de hocanın gazabıyla karşılaştığında. Bunu en içten, en derin şekilde hastayla ilk karşılaşmanda hissediyorsun. Beyaz önlüğünü giyip, steteskopunu takıyorsun gayet şen bir şekilde.. Sonra ilk defa karşılaşıyorsun klinik dersinde o tonlarca hastalığı, uğruna öğrendiğin hastayla. O zaman neden bu yola girdiğini anlıyorsun. Sınav zamanı "yeter uleyn verin beni sanayiye! Yeter, bu ne bu hayat mı?" diye ettiğin sitemler için belki de utanıyorsun. Çünkü gerçek laks diye suratına çarpılıyor. Sen bu insanlara yardım etmek için bu yoldasın ve ne olursa olsun bu yolda devam etmek zorundasın. Mutlu son! :)

Sana bunları neden anlattım biliyor musun? Ay çok daraldım hazır da okul tatilde bir döküleyim, bir rahatlayayım diye değil tabii ki. Anlattım ki The Knick dizisini izlerken oradaki çılgın cerrahları, aslında ne amaçla bunca şeyi yaptıklarını, ne için, kim için bu kadar yırtındıklarını biraz daha iyi anla diye. Bu yolun yolcusundan dinle ki kitabı kapağına göre yargılama, aç bak bakalım bir sayfalarına. Hatta gel, beraber bakalım The Knick dizisinin ve çılgın doktorlarının sayfalarına…


 
 
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER