O kadar çok güncel dizi takip ediyorum ki, çok sevdiğim bir
şeyi yeniden izlemek için vakit yaratmam neredeyse imkansız bir hal aldı.
Aradan 2-3 bölüm izleyip hasret gidermek çok sevdiğim ve tasvip ettiğim bir şey
olmayınca durum daha da vahimleşiyor. Bir vesileyle en sevdiğim dizilerden Buffy the Vampire Slayer’ı tekrar
izlemeye başlamam, başlayabilmem, bu yüzden bana büyük mutluluk veriyor. Bu
mutluluğu da sizinle paylaşmak istedim ki paylaştıkça artsın.
Bu yazının devamı ne zaman gelir, ne sıklıkta güncelleyebilirim bilmiyorum. Ama
BtVS’ın her bir sezonunu bitirdiğimde
yenisi gelmek üzere 7 parçalık bir yazı dizisine işbu yazıyla başlamış
bulunuyorum.
Kutsal bilgi kaynağı beni yanıltmıyorsa Buffy ile Kanal E’de
2001 yılında tanıştık. Yani ABD’de 5. sezon yayınlanırken… CNBC-e’ye veda
yazımda da bahsetmiştim, dizi o zamanlar bile benim için çok özeldi. Bir çizgi
roman fanatiği olarak süper güçlere sahip, ağzı en az Spider-Man kadar laf
yapan liseli bir kızı izlemek, en yakın arkadaşları hep karşı cinsten olmuş bir
erkek olarak Xander ile kendimi özdeşleştirmek ve her hafta bir saat boyunca “cool”
Amerikan gençleriyle maceradan maceraya koşmak paha biçilemez bir deneyimdi.
Şimdilerde bana en sevdiğim yazar sorulduğunda ya da hayatta veya ölmüş hangi
ünlüyle yemek yemek isteyeceğim merak edildiğinde cevabım Joss Whedon’sa bu
Buffy sayesindedir. Ki kendisi sonra gidip
Firefly,
Dr. Horrible’s Sing-Along Blog ve
The
Avengers filmlerini yazmıştır; eşi benzeri yoktur.
Karakterin adının Buffy olduğunu öğrenen seyirci (temsili)
BtVS, 10 Mart 1997
yılında Amerika’nın küçük bir gençlik kanalı The WB’de yayına başladı ve 12
bölüm sürdü. Şimdilerde sezon ortası yayına girmenin olumsuz bir karşılığı yok
malumunuz, dizi üretimi o kadar arttı ki… Ama o zamanlar bir dizi sezon
ortasına atıldıysa kanalın çok da güvenmediği mesajını almak işten bile
değildi. İşin kötüsü ilk sezonun çekimleri çoktan bitmişti ve seyircinin
reaksiyonlarına göre dizinin yörüngesini değiştirmek ve gerektiği taktirde
kurtarma çalışmalarına girişmek mümkün değildi. Netflix’in tüm bölümleri aynı
anda sisteme yüklediği bir geleceğin yıllar yılı uzak olduğu bir zamandayız,
hatırlatırım.
Netflix’ten bahsetmem boşuna değil aslında. Kendi içinde bir
bütünlüğü olan sezonlar elbette ki televizyon sektöründe daha önce de vardı.
Sezonu seyirciye gün saydıracak bir olayla bitirmenin haricinde hikayesini
daima ileri taşıyan ve kaçıncı sezonun kaçıncı bölümünde olduğunu umursamayan
pembe dizi tarzı dizilere benzemeyen bu anlatım biçimi dizilerin hikayesini
adeta bir roman kadar zenginleştirecek güce sahip. Joss Whedon da bunu en iyi
kullanan yazarlar arasında sayılabilir. “Big bad” dediğimiz kavram, yani
sezonun bir temel kötü adamı olması BtVS sayesinde
literatüre yerleşmiş ve sıklıkla kullanılmaya başlamıştır diyebiliriz. Hiç
yoktan bu duruma bu ismi dizi koydu, ondan eminiz. Sezon hikayelerinin bir
başı, ortası ve sonu var. Sezonun sonu elbette ki gelecek senenin tohumlarını
ekiyor ancak o yılını diziye adamış seyirciyi yarı yolda bırakmayarak bir bitiş
ve tatmin de sağlıyor.
Hepimizin ergenliğinde bu yüz ifadesi saklı değil mi?
Dizi Whedon’ın yazdığı ve yönetmenin elinde katlolan 1992
yapımı sinema filminin sonrasında başlıyor. Buffy halihazırda Avcı olduğunu
biliyor ve önceki okulunda yaşananların ardından annesiyle birlikte Sunnydale’e
taşınıyor. Burada başladığı yeni okulda eski hatalarını tekrarlamamak adına
popüler ve acımasız çocuklarla değil, iyi kalpli Willow ve Xander’la takılmaya
karar verince de Scooby ekibimiz kurulmuş oluyor. Garip kütüphane görevlisi
Giles’ın gözetmeni olduğunu öğrenince ve şehirdeki gizemli yakışıklı Angel’ın
aslında ruhunu geri kazanmakla lanetlenmiş bir vampir olduğu ortaya çıkınca daha
birkaç bölümde tanıyıp sevdiğimiz BtVS çatısı
kurulmuş oluyor. Fakat dizinin asıl çıkış cümlesi olan lise yılları, parantez
içinde ergenlik, cehennemin ta kendisidir mesajını asıl almaya ve yıllar yılı
izleyeceğimiz Buffy formülüne ısınmaya 10. bölüm itibariyle başladığımız
kanısındayım. O konuya geleceğim ama önce o noktaya kadar sezonda karşımıza
çıkanlara bir göz atalım istiyorum.
İlk bölüm korku filmi klişelerini ters yüz eden bir sahneyle
açılıyor. Karanlık koridorlarda bu sefer sarışın bir kız değil, bir adam
saldırıya uğruyor. Hem de söz konusu sarışın kızın saldırısına. Yetmiyor,
küçücük, kısacık bir kız o kötüleri öldürmekle görevlendirilmiş; bu müthiş yük
kaderine yazılmış bir şekilde hikayeye dahil oluyor. Üstelik bu güç onu
kibirli, kimseyi dinlemeyen biri haline de getirmemiş. Korkuyor, uzaklaşmak
istiyor, hayatını mümkün olduğunca “normal” bir şekilde yaşamaya çabalıyor.
Daha sonra bölümler boyunca sırtını yaslayabileceği insanlara sahip olmanın onu
ne kadar mutlu ettiğine de şahit oluyoruz, kendi arkadaşlarımız geliyor
aklımıza. Dizinin adında “vampir” kelimesi geçse de daha üçüncü bölümden anlıyoruz
ki uğraşmamız gereken kötülükler sadece onlarla sınırlı değil. Cadılar,
böcekler, kötü ruhlu sırtlanlar, kuklalar… Böylesi dizilerin en güzel yanı da
budur: ihtimallerin sınırsız, yaratıcılığın tavan olması.
Hep böyle arkadaşlıklarım olsun isterdim.
10. bölüm Nightmares itibariyle
işler değişiyor. Buffy ve arkadaşları en büyük kabuslarının bir anda teker
teker gerçeğe dönüşmesiyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Yetmiyor, Buffy,
sezonun büyük kötüsü The Master’ın onun sayesinde kötü emellerine
ulaşabileceğini, Buffy olmasaydı zaten asla o noktaya gelemeyeceklerini
öğreniyor. Out of Mind, Out of Sight’ta
ise okul arkadaşlarının kötü davrandığı ve sürekli görmezden geldiği kız
Cehennem’in ağzında yaşıyor olmalarından kaynaklanan bir mucizeyle gerçekten
görünmez oluyor ve hepsinden teker teker intikam alıyor. Buffy’nin sezonlar
boyu gerçek hayat dramlarından fantastik hikayeler çıkartmasının ilk sağlam
örneklerini böylece sezonun sonunda izlemiş oluyoruz.
Gelelim sezonun en iyi ve en kötü bölümlerine. BtVS’ın kült olmuş kötü bölümleri vardır.
Bunlardan ikisi ilk sezonda aradan çıkıyor neyse ki: The Pack ve I, Robot… You,
Jane. The Pack’te hayvanat bahçesine
giden ekibimizden Xander bir sırtlana dönüşüyor ve diğer sırtlan arkadaşlarıyla
okul müdürünü çiğ çiğ yiyorlar. Bu cümle bile yeter sanırım. I, Robot… You, Jane’de ise henüz
internet hayatımıza bu kadar girmemişken ve bize korku salıyorken çekilmiş bir
bölüm. Çok eski bir iblis kendine internet dünyasında virüs olarak yer buluyor
ve Sunnydale’e kötülük saçıyor. Tek cümlelik “fikir” cümleleri bile “biz bu
bölümü çekmesek mi” dedirtmeliydi aslında ya, neyse… En iyi bölüm ise sezon
finali Prophecy Girl. Buffy The
Master ile karşı karşıya geleceğini ve öleceğini öğreniyor. Bölümün o ana
kadarki hikayeyi zirve noktasına ulaştırması bir yana, asıl aklıma kazınan
Buffy’nin kehaneti öğrendiği sahnede Sarah Michelle Gellar’ın sergilediği
oyunculuk. İşte tam o sahnede bu 16 yaşındaki kızın üzerindeki baskının
büyüklüğünü anlayıp ona bu yolculukta sonuna kadar eşlik etmeye karar
veriyorsunuz. Aksi mümkün değil, çünkü Gellar sizi kırılganlığı ve titreyen
sesiyle karaktere hapsediyor, kaçamıyorsunuz.
Aşk üçgeni gibi aşk üçgeni... İkonik elbise gibi ikonik elbise...
İlk sezondan hep dizinin kendini bulduğu yıl olarak
bahsedilir. Gerçekten de öyledir. ikinci sezon ne yapmak istediğini tam olarak
bilen ve engel tanımadan tam gaz giden bir diziyle karşılaşır seyirci. Spike ve
Drusilla’nın büyük aşkına yeniden tanık olmak için sabırsızlanıyorum. Belki siz
de benimle birlikte izlersiniz, bir sonraki yazıda buluşuruz kim bilir?