Analar bahane, Dayı şahane!
Ranini
"Annemi 16
yaşında kaybettim." Daha önce defalarca yazdım bu cümleyi. Evet, ben annemi aslında
16 yaşında kaybettim. Manen. O günden sonra daima yanımda olan, hayatımda kapladığı
yeri durmaksızın büyüten, derdini tasasını, sıkıntısını acısını zaman zaman neşesini de fikrimi sormadan
hiç sakınmadan üzerime boca eden, bütün çözümleri benden bekleyen, yaralarını
sarmamı, travmalarını anlamamı, onu hoş görmemi isteyen kocaman bir kızım
vardı. Bu hastalıklı Anne-Kız ilişkisini bıçak gibi kesip atmak, ortadaki sorunla yüzleşmek
zaman aldı. O andan sonraki yolculuğumuzu, kişisel travmaları sebebiyle elinde
olmadan aldığı/verdiği hasarların karşılıklı tamirine, onu ve kendimi
affetmeye; tanıyan herkesin “iyi” diye tanımladığı, o iyi insanı sevmeye,
koruyup kollamaya çalışarak geçirdim. Bu gün, geriye bakınca keşke bu macera
onu en sevdiğim zamanlarda sona erseydi diyorum. Çünkü finale doğru geldiğimiz
noktada yorgun, bıkkın işin kötüsü yine kırgın ve kızgındım. Her durumda
elde kalan tuhaf bir acı ve kocaman bir hiç..
“Hayat, acıyla başa
çıkabileceğimiz nefes deliklerini hızla açıyor. Durmaksızın acımıyor yaraların
ya da bu konuda da torpilliyim, bilemedim.” demiştim. Yazarak içindeki kiri kusmaya,
neşe gibi acıyı da, derdi tasayı da kurgusallaştırıp kendini kollamaya alışmış;
akıl sağlığını korumak için yazmayı yöntem edinen biri, nefes aldığı her andan binlerce
hikaye çalmayı refleks haline getiriyor. Tıpkı bütününden memnun olmadığım bir
diziyi izlemeye devam etmek, zaplayıp geçmemek için bir karakter, an, replik,
sahne avlamaya çalışarak tutunmak gibi.. Geçtiğimiz 48 saati böyle geçirdim. Şimdi
durduğum yerden bakınca bu çalma alışkanlığını bir hediye gibi taşımak ve herkese
tavsiye etmek gerektiğini düşünüyorum. Kendi hikayelerinizi her şart altında
sürdürmek ve nefes almaya devam etmek için hayattan avlayacağınız hikayeleriniz
bol olsun.. Öyle işte..
Analar ve Anneler’i
işte bu ruh haliyle izledim. Annemi defnettikten 28 saat sonra.. Tam da anne- çocuk
müessesesini yeniden masa yatırmışken.. Tam da geride kalmış 50 yıl ile yeniden
hesaplaşırken.. Tam da vicdanım rahat mı, değil mi diye ölçüp biçerken..
Berkun Oya’nın kendi
öyküsünden senaryolaştırdığı melodramı, Mehmet Ada Öztekin görsel hale getirmiş.
Berkun Oya’nın “yerli pazara seri hikaye” üretimine bakışını çok “AB” bulduğum
için bu melodram nasıl olacak da totali yakalayacak diye merak ediyordum.
Ha keza, çok sevdiğim Mehmet Ada Öztekin de rejisiyle ayakları yere basarak yaşayan dünyalar kurma
konusunda evvelce pek başarılı olmamıştı. Üstelik pek civcivli, hem birey hem
de toplum üzerindeki sosyolojik, psikolojik ve ekonomik etkileri hâlâ çok tartışılan
bir dönemi anlatmaya meyletmişlerdi.
Evet, ekranda ya
da perdede anlatacağınız hikayenin fonuna 70-80’leri alınca hayat herkes için biraz
daha zor oluyor. Dönemi seyirlik hale getirmek için ekiplerin karşısına çıkan mekânsal
zorluklardan bahsetmiyorum bile.. Öncelikle emeği geçen herkesin gönlüne
bereket, ellerine sağlık olsun.
Analar ve Anneler’in
yaratıcıları Türk televizyonlarının son iki sezondur trend teması haline gelen
(ilahi Paramparça, sen açtın bu dertleri başımıza) “çocuk karışıklığı” meselesini bir de dönem
sosuna bulayarak anlatma fikrinden yola çıkmışlar. Geçen sezon bu “çocuk
karıştırmalı hikaye” yürüyüşünün sipariş edilmediği nadir yazarlardan biri
Berkun Oya olmuştur sanıyordum, yanılmışım. İlk bölümden elimde kalan “neden 70’li
yıllar?” sorusu oldu. Analar, çocuklarına kavuşamasın diye kurguya zemin
oluşturacak teknolojik yoksunluk dışında hikaye için dönemsel bir gerek göremedim açık
söylemek gerekirse. Hele de doğal gaz kutularını bile saklama zahmeti
göstermeyen "detay bunlar, anlatılana bak" diyen, aksesuarından, mimarisine kadar kafası karışık bir sanat yönetimi sunacak reji bakışın varsa o zaman anlattığın hikayenin seyirciye kafadan ve nefes
aldırmayacak kadar sağlam tokat atması gerekir. Yaya yaya, lastik gibi çeke çeke
anlatıp, detaylarda böyle özensiz olamazsın..
Kadronun karakter
yaratma konusunda deneyimli elemanları olan Binnur Kaya, Okan Yalabık ve Nazan Kesal’ı
kenara alırsak; 80’li yılları belgesellerden öğrenen genç oyuncuların karakter
yorumları ilginçti. Özellikle Medcezir gibi izlenme oranları en az bir sezon çizgi
üzerinde gitmiş projede durup Orkun gibi çok baskın bir televizyon karakterini canlandırdıktan
sonra onu unutturmaya çalışmak Metin Akdülger için ciddi bir meydan okuma
olmuş. Ancak performansı bıyık takmış Orkun’dan öteye geçemedi benim için. Ne
zaman göz göze gelsek Orkun’u gördüm. Büyüklerimiz, “bir
karakterin önce bakışını bulun” derler. Zamanla oturur diyerek geçiyoruz bu kısmı. Binnur Kaya da bana her sahnesinde, “ay
dur şimdi bir şaka patlatacak” beklentisi yarattı; yer yer karakteri durum
komedisi performansı gösterdi. Bakınız: Hamile gelinini görünce yerlere düşmesi.
Yeni doğan bebeği anasının kucağından alıp çıktığı an, say say bitiremem. Bir
ara kızın karına bakışlarını kitlediğinde dayanamayıp kahkahayı patlattım. Biz bu karaktere hiç değilse ilk bölüm "vicdansız" demeliyiz ki Zeliha'nın dramına inanalım. Ne yapıyorsunuz siz, kadın şirin ötesi!? Köyün delisini yok sayıyorum. Karakter de,
performans da tam bir dramdı.. Kahkahalarla güldüm o göndermeye de..
Okan Yalabık televizyondaki
varlığını doğru seçimler yaparak keyifli hale getirmeyi öncelikleri arasına
alan, çok düşünen az ama öz iş yapan bir oyuncu. Muhteşem Yüzyıl’da bir Halit
Ergenç performansı konuşuluyorsa başarının yarısına yakın kısmında Okan Yalabık’ın kusursuz
eşliğinin payı vardır. Aksini iddia eden ilk sezonu bir daha izlesin.
Yalabık bu hikayede de karaktere sağlam yürümüş ama karşılığı yok.. Misal Hakan
Kurtaş ile MUH-TE-ŞEM bir sahne oynadılar ama duygusu bize geçti mi? ZERO!
Normal şartlarda o sahnede insanın tüyleri diken diken olmalıydı. Aynı şekilde
Hazar Ergüçlü tecavüz öncesi ve sonrasında elinden geleni yaptı ama ekrandan
bana geçen bir duygu olmadı. Yine de en dikkate değer olan Hazar Ergüçlü’nün
performansıydı. Beden dili de tam bir köylü kızı olmuştu. Sevdim.
Emek verenlerden çok özür
dilerim ama Okan Yalabık- Sinem Kobal hastane sahnesini izleyip, Sinem Kobal’a “oldu!” demek resmen cinayet olmuş. Allahını seven o sahnede Kobal’ın
tepkilerini bir daha izlesin. Bu tip durumlarda faturayı asla oyuncuya kesmem.
Kobal’ın oyununu izleyip, “tamamdır” diyene keserim. Oldu diyorsanız gözünüzde
sorun var. Olmadı diyorsanız da, olana kadar gerekirse kare kare çekmelisiniz.
İlk bölüm bu ve o karakter afişte bütün oyuncuların önünde tek başına duruyor (Yazar
burada Valandil’e selam çaktı)
Bölüm 1971
yılında Kırhan’da başladı. Dönem işine, dönem yansıtmanın en zor olduğu yerden
yani taşradan başlamak ilginç bir tercih. Hikayenin dönemi yansıtma şansı
İstanbul sahnelerinde vardı ama orada da her şey çok çok yeni görünüyordu.. İstanbul
sahnelerinde vintage meraklısı günümüz insanlarını izliyormuşum hissine
kapıldım. İç mekanlar daha başarılıydı ama dönemin de başarısı zaten dışarı
çıkınca anlaşılır. Ayrıca dönem işi yaparken daha ilk bölümden bu kadar çok
gece sahnesi yapmak da büyük cesaret. Bence dönem çekmeye niyetlenen herkes
oturup Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin ilk bölümünü defalarca izlemeli.
Ancak Zeliha’nın solculuk işlerinde
emaneten durduğu hissini, dikkat çekmemeye çalışırken yaldım yepelek salınmış sarı
saçlarla kodlamalarına bayıldım. Zaten Zeliha bölüm boyunca o saçlarını hep
gözümüze soktu. Hastaneden içeri dev vintage gözlüklerle girdiğinde kaynanasının
yüzündeki, “aman dur şunu tanımamış gibi yapayım belki defolur gider” ifadesi de
muhteşemdi.
Özetle, kağıt üzerindeyken bile inandırıcılığı sıkıntılı bir
senaryo hayata geçirilirken rejiye düşen payın ağırlığı daha da önem kazanıyor.
Mehmet Ada Öztekin çok sevdiğim; teknik yeterliliği de yüksek bir yönetmen. Ancak bu sefer ikna oldum ki duygu yansıtma
konusunda ciddi sıkıntıları var. Teknik bilgi öğrenilir. Son sistem aletlerle
resim öttürülür ama ne yazık ki resme duygu katan aletler icad edilmedi henüz..
Analar ve Anneler, ekranda kalsın isterim. Hikayenin ilk bölümden sonra açılacağı, dallanıp budaklanacağı, yerine oturacağı belli. Draması sağlam köpürecek anlaşıldı. Ama ilk bölümün özensizliğini, hele de dizileri çatır çatır yurt dışına satarken döneme dair yapılan maddi-manevi hataları affedemiyorum. Yalnızca Okan Yalabık'ın karakteri nerelere götüreceğini merak ettiğim için izlerim o da Kösem gelene kadar..
R.