Bu yazıyı
sadece notebook’un aydınlattığı karanlık bir evde sıcak ve nemli bir yaz
akşamında yazıyorum. Neden böyle yaptım ben de bilmiyorum ama vallahi dizinin
atmosferine cuk diye oturdu. Bu yüzden diziye geçmeden önce ilk uyarımızı
yapalım, “Lütfen karanlık mekanlarda izleyiniz.”
Dışardan çok
güzel görünen ama içinde binbir türlü dert ve pislik barındıran yerler vardır. Kurtulmak
istersin ve kurtulduğunda bir daha arkana dönüp bakmak dahi istemezsin. Southern
Lake bölgesi de tam olarak böyle bir yer. Robin oranın gerçek yüzünü görüp,
belli ki bazı acılarını yaşayıp kurtulabilenlerden birisi. Daha doğrusu
uzaklaşabilen birisi. Zira annesi hala o bölgede yaşıyor ve farkında olmasa da
Robin’i de oraya bağlıyor.
Ne kadar
kaçsa da gün geliyor Robin sırf anne ziyareti için dahi olsa yine o yere geri dönüyor ve olaylar başlıyor. Sanırım
evrenin matematikle formüle edilemeyecek yasalarından biri de bu durum. Geçmişinden
kolayca sıyrılamazsın ve geçmişine her dokunduğunda bunun sorun yaratmadan
geçeceğini bekleyemezsin. Nitekim sorunlar ardı ardına geliyor.
Suyun güzelliği kalp ben.
Küçük bir
kız çocuğu bisikletiyle evden çıkarken diziye başlıyoruz. Sonrasında bir göl
kenarına geldiğinde hiç tereddüt etmeden emin adımlarla göğsüne kadar suyun
içine girip öylece duruyor. Aslında tam bir korku filmi sahnesi. Puslu bir göl,
loş bir ortam ve küçük bir kız çocuğu... Korku sineması az ekmek yemedi bu üçlüden.
Fakat bu kez mesele başka.
Çocuğu gören
birileri hemen onu gölden çıkartıyor. Sistem oralarda biraz daha iyi
işlediğinden müdahale ediliyor ve 12 yaşındaki çocuğun hamile olduğu ortaya
çıkıyor. Küçük bir yerde küçük bir kız hamile kalıyor. “Aman efendim oralar
gelişmiş yerler” mi?... Hah işte Top of The Lake bize bu bakış açısının
cevabını veriyor.
Binlerce
kilometre uzakta gelişmiş bir ülkede iş tabana, taşraya kaldığında tepkilerin yakın
çevremizle nasıl da benzerlik gösterdiğini görüyorsunuz. Buna şaşırmamak elde
değil. Amacı adaletin yerine gelmesinden çok düzenin bozulmaması olan bir polis
teşkilatı, o teşkilatı etkisi altına almış kötü bir aile, yüz kızartıcı bir
insanlık suçu ve dönen kirli işler. Adeta bir yerli dizi konusu...
Dil, kültür,
eğitim seviyesinin çok da büyük farklar yaratmadığını görüp irkiliyorsunuz. Memlekette
son yıllarda sık sık kadın cinayetleri ve tecavüz haberleri çıkmaya başladı.
Bunlarda bir patlama varmış gibi görünüyor ama artık eskisi kadar gizli
kalmamasının da etkisi büyük. Bu olaylar karşısında bizim vicdanımız sızlasa da
vicdanı sızlamayan, bu korkunç olaylara daha farklı ve iğrenç bakabilen ciddi
bir kesim de yok değil.
Yeryüzünde adının hakkını bu kadar net veren ikinci bir mekan yok...
Bu açıdan
Top of The Lake Müslüman, Hristiyan, Türk, Yeni Zelandalı ayrımlarını ortadan
kaldırarak sadece insan halimizle içinde bulunduğumuz ahvalin fotoğrafını
yüzümüze çarpıyor. Mesela belki bizim yerli halkı değişime zorlayan şey GJ ve
arkadaşları kadar radikal değil. Fakat temelde onlar da oranın yerlisine göre
yabancı ve onlar da doğal olarak istenmiyor ve onlar da kapitalizmin keskin
gücüyle hiçbir şeye aldırış etmeden istedikleri yerde istedikleri şekilde var
oluyorlar.
Bu hikaye
nasıl bitecek bilmiyorum ama dünya görüşünüz üzerinde bir etki bırakacağına
eminim. Bu açıdan kesinlikle izlenmesi gereken bir yapım. Ayrıca dizinin open
cold’undan yani bir bakıma jeneriğinden bölüm sonuna kadar özenle harmanlanmış
derin bir zerafeti fark ediyorsunuz.
Bir de tabii
Yeni Zelanda meselesi var. İnanılmaz güzel topraklar. Dış mekanda geçen her bir
sahne adeta kartpostal niteliğinde. Lord of The Rings serisinin çekildiği topraklardan
bahsediyoruz. Yeryüzünde cennetin güzelliğine kuşkusuz en yakın yer. Konudan
bağımsız yedi bölüm boyunca bu güzelliğin tadını da çıkarabilirsiniz.
Muhteşem performanslar...
Jane Campion
ve Gerard Lee dizinin kreatörleri konumunda. Lee’yi pek tanımasak da Campion
1993 ylında The Piano filmiyle en iyi senarist Oskar’ını kazanmış usta bir
yazar. Robin karakterine Elisabeth Moss hayat veriyor. Moss’u Mad Men dizisinde
Peggy Olson rolünden hatırlayanlar olacaktır. Bunların dışında usta oyuncu
Peter Mullan Matt rolünde gerçekten enfes bir performans sergiliyor. Oyuncu
performanslarına önem veriyorsanız sırf Matt için Top of The Lake’yi
izlemelisiniz.
Aslında
diziyi izleyen herkes kendine göre bir dram bulacaktır. Sadece yedi bölümden
ibaret olsa da sizi oldukça derinlere çekebilecek güçte bir yapım. Benim
penceremden manzara buydu. İzlerseniz sizin pencerenizin manzarasını da
dinlemek isterim. Haydi ben biraz daha Yeni Zelanda’da dolaşayım...