Dünyanın en uzun ismine sahip olan
Eşkıya, 25 hafta önce bir salı akşamı Atv'de seyirci önüne çıktığı andan itibaren izlenme listesinde zirveye oynayan, zirveye oturan, tahminen uzun zaman boyunca da o zirveden inmeye niyeti olmayan bir drama. Genel kanının tam aksine meşgul olduğu tema için, "Eşkıya'nın ağzımızı sulandıran hikayesinin sırrı, resmettiği "derin aile" ilişkileridir." demiştim ilk bölümü izledikten sonra yazdığım eleştiri yazısında..
Hâlâ aynı fikirdeyim. Zira beni her Salı akşamı ekran başına oturtan duygu Hızır Çakırbeyli'nin devlet-mayfa ikilemli suça meyilli hikayesinden ziyade aile hayatı ve aile hayatında işlediği suçların bedelini nasıl ödeyeceğini, karakterinin ne zaman ve nerede kırılacağını, nasıl evrileceğini merak ediyor olmamdır. Dün gece izlediğimiz bölümde de gördük ki Hızır yolculuğunun ilk dönemecine geldi. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Neyse..
Dizi yayına çıkmadan aylar önce yönetmeni Onur Tan ile Cihangir'de sohbet etmiştik. Her zamanki huysuzluğumla, "çok mu lazım şimdi bu tip bir erkek hikayesi?" demiştim. O da, "Bekle, çok ters köşe olacağın bir hikaye geliyor" demişti. Haklı çıktı. Kurguladıkları karakterler ve oyuncu kadrosuyla izlemekten keyif aldığım bir iş sergiliyorlar.
Daima söylerim; bir dizinin setine girmek aşırılı heyecanlandığım anlardandır. Çünkü "mahrem" bir dünyaya girersiniz. Ekranda izlediğiniz sahnelerin, karakterlerin "motor" denmeden önceki hallerine şahit olursunuz. En önemlisi de sette bir misafir olduğu bilgisi önden yayılınca ekibin tavırlarını gözleme zevkidir. Ziyaretlerin bütün büyüsü de burada yatar. Eğer samimi bir setteyseniz tadına doyum olmaz bir deneyim yaşarsınız. Yok, eğer motor demeden öncesinde de kurgulanmış anlara şahit oluyorsanız da sıkıntıdan patlarsınız. Tabii bu benim için böyle, siz nasıl tercih edersiniz bilemem..
Yazı devam ediyor...