Genç bir
oyuncuyla ilgili betimlememi okuyan bir meslektaşım şöyle demişti: “Peki, sen
bu ismi bu kadar övdüysen yarın öbür gün Haluk Bilginer’le röportaj yaptığında
onun için ne yazacaksın?” Haklıydı da… Zira karşıma geçirip oturduğu ana kadar
taşikardi geçirdiğimi söylesem çok da yanlış olmaz. ‘Pencere’ oyunu sonrası
gece saat 11’de Antre Cafe’de bir araya geldik kendisiyle. Ne yalan söyleyeyim;
oyun sonrası yorgun olur, büyük ihtimalle röportaj kısa sürer diye kara kara
düşünürken tam 1.5 saat boyunca sohbet ettik.
Esra Bezen Bilgin’le rol aldığı
‘Pencere’yle başladık röportaja fakat sonra vites yükseltip tehlikeli sulara
daldık. "Para kazanacağız, bina yapacağız, ağaçları keseceğiz; çok meşgulüz’’
diyerek doğa katliamına isyan etti. Konu günümüz oyuncularının popüler deyimi
‘karaktere bürünme’ye geldiğinde ise ‘’Bir de öyle geyikler var; ‘Rolüm için
altı ay delilerle yaşadım’ derler. Kardeşim aklını mı oynattın?’’ diyerek
dalgasını geçti. Ve çarpıcı bir örnekle oyunculuğun tanımını yaptı: ‘’Hitler’i
oynarken bile onu sevmek zorundasınız. Hitler’in haklı olduğunu düşünerek
oynayacaksınız ki seyreden dehşete düşsün’’. Örnek vermeye devam edersem
röportaja geçemeyeceğiz. Bu nedenle artık aradan çekilip sözü Haluk Bilginer’e
bırakayım da gündelik hayatta nasıl biri olduğunu, ne tür müzik sevdiğini,
hangi Türk yönetmenin filmini başyapıt olarak gördüğünü kendi ağzından
dinleyin.
● Yeni oyununuz ‘Pencere’ eski iki âşığın gece yarısı
hesaplaşması. Bu oyunu tercih etme nedeniniz neydi?
Çok iyi
yazılmış bir oyun. David Hare’ın ‘Pencere’yi yazmadaki titizliğine hayran
kaldım metni okuduktan sonra. Çünkü kimsenin tarafını tutarak yazmamış. Hem
kadını hem de adamı çok iyi anlayarak kaleme almış. Dolayısıyla oyun bittiği
zaman ikisinden biri için haklı diyemiyorsunuz. Denmesin zaten. Çünkü hem
Tom’un hem de Kyra’nın haklı ve de saçmaladıkları taraflar var, herkes gibi.
Hepimiz öyle değil miyiz? Hiç kimseyi idealize etmemiş David Hare. Tüm
sivilceleri, eksikleri ve hatalarıyla göstermiş. Bir oyuncu açısından oynaması
da çok zevkli bir oyun. Çünkü oynarken hiçbir anında sıkılmıyorsunuz. Umarım
seyirci açısından da izlemesi çok keyiflidir.
● Oldukça güncel de bir oyun. Bill Nighy ve Carey
Mulligan oynadı en son, hatta bu yıl Salon İKSV’de de gösterimleri oldu. Siz
izlemiş miydiniz?
Evet, en son
Broadway’e gittiler. Şimdi yeniden West End’e döneceklerini duydum. İzlemedim
onlarınkini. İyi ki izlememişim çünkü ister istemez etkisi altında kalır insan.
Fakat artık sahneye koyduğumuz için izleyeceğim.
● Etkisinde kalır mısınız?
İster
istemez, siz farkında olmadan olabilir. O nedenle tehlikeli bulurum sahneye
hazırladığımız oyunun başkaları tarafından oynanan versiyonunu izlemeyi. Fakat
biz yıllarca Shakespeare’in oyunlarını değişik kumpanyalardan, oyunculardan
izledik. Bu demek değil ki ben Kral Lear’ı oynarken izlediğim tüm Kral
Learların etkisi altında kalacağım. Fakat çok yeni bir şey olduğu için provaya
tam girerken onu izlediğin zaman sen istemesen de bilinçdışı oraya bir şey
itebilir ve özgünlüğünü kaybedebilir.
● Galiba biraz da bu nedenle ilk temsillerin hep kötü
olduğu söylenir.
Birinci
oyun, 100’üncü oyun gibi değil. 100’üncü oyunun daha iyi olması lâzım. Daha iyi
değilse kötü oynanıyordur zaten. Eğer ikisi de aynıysa o oyuna gitmeyin.
Gelişmesi gerekiyordur. Oyunun da kendi yaşamı var; insan, dil ve kültür gibi.
O da değişiyor, gelişiyor ve daha güzel oluyor; tabii bunu başarabiliyorsa.
● Galalarda da bu ilk oyun telaşı herkese yansıyor
genelde. Siz bu nedenle mi gala yapmayı tercih etmiyorsunuz?
Özellikle
gala yapılıyorsa o ilk oyun kötü olur. Sizin de bahsettiğiniz gibi ben
hayatımda hiç gala yapmadım, sevmem de. Çünkü galaya seyirciler kerhen gelir. "Şimdi ayıp olmasın, gidelim" derler. Fakat tiyatro denilen şeye bence
isteyerek, kendini talep ederek gitmelisiniz. Dolayısıyla bazı arkadaşlarım
bana “Oyun başlamış, hiç davet etmedin’’ şeklinde sitemde bulunurlar. Güzel
arkadaşım sen bana söyle, ben seni seve seve davet ederim. Fakat sana zorla
“Gel benim oyunumu seyret’’ diyemem. O zaman sen Haluk’a ayıp olmasın diye
geleceksin.
● Peki, Türkiye’deki tiyatro izleyicisini nasıl
yorumluyorsunuz? Bir yandan her oyun kapalı gişe oynuyor, diğer yandan
oyuncular tiyatro izlenmiyor isyanında.
Çok doğru.
Türkiye’de tiyatro izleyicisi var mı acaba? Size şöyle bir örnek vereyim;
İngiltere’yle nüfusumuz aynı. Oradaki tiyatro seyircisi, futbol seyircisinden
fazla. Ki dikkat edin, futbolun beşiği diyebileceğimiz bir ülkeden söz
ediyoruz. Fakat İngiltere’de tiyatro hayatın parçası. Türkiye’de tiyatro
kelimesi nüfusun yüzde 80’inde bir çağrışım yapmaz. Bu rakamı ben söylemiyorum
bu arada, Türkiye İstatistik Kurumu’nun verisi bu. Yüzde 14’ü "Evet,
televizyona benzer bir şey ama canlı galiba’’ diyor ve hayatında tiyatroya hiç
gitmemiş. Sadece yüzde 6’sı ise hayatında en az bir kere tiyatroya gitmiş.
Şimdi Türkiye’de yılda 2 milyon bilet satılıyorsa, bizim 2 milyon seyircimiz
var demek değil bu. Maksimum 500 bin seyircimiz var ve onlar da o yıl dört oyun
izlemiş. Onun için de Türkiye’de tiyatronun tırnağımız kadar değeri yok.
● Aslında dizilerde rol alan oyuncuların çoğu
tiyatroda da oynuyor. Hayranları için onları canlı görmek büyük fırsat. Bu
yönden rakamın daha fazla olması gerekmez mi?
İşte bunu
talep etmek için istek, bilgi, kültür ve para lazım. Asgariyle yaşayan birine "Neden tiyatroya gitmiyorsun?’’ denilirse o adam bu soruyu soran kişiyi döver.
Böyle bir sorunun sorulması ayıptır. Tabii gitmeyecek, ancak boğazını doyurmaya
çalışıyor. Ancak bütün bu insani ihtiyaçlar giderildikten sonra siz "Bu gece
kendimize bir iyilik yapalım ve tiyatroya, sinemaya, konsere veya sergiye
gidelim’’ diyebilirsiniz. Kimsenin böyle bir isteği yok. Herkes betonlarda
yaşamayı tercih ediyor.
● AVM’ler yaşam mabedine dönüştü zaten.
Evet, hepsi
dolu. Halbuki bahar geldi, hava çok güzel; çimenlere uzanabilirsin. İşte bu bir
ihtiyaç meselesi. Demek ki ihtiyaç duymuyor. Sadece yüzde 6’sı tiyatroya
ihtiyaç duymuş. Daha çok para kazanıyor olmamız zenginleştiğimiz anlamına
gelmez. Herkes para kazanır. Fakat harcamak önemli. Harcamak için kültür, görgü
ve birikim lâzım. Kültür de parayla satın alınmıyor maalesef. Kişi başına düşen
milli gelir 10 bin dolar oldu diye sevinmenin alemi yok. Sergiye veya tiyatroya
giden nüfus artmış mı, yılda kaç kitap basılıyor ve satılıyor; bunlara
bakacağız. Zenginlik odur. Oyundaki Tom’un da çok parası var ama zengin mi;
değil!
● Oyuna dönmüşken pek çok kişinin ‘gizli hazine’
olarak betimlediği, harika bir oyuncuyla birlikte oynuyorsunuz: Esra Bezen
Bilgin.
Evet,
‘Pencere’ için ilk onu düşünmüştüm. Ve kendisine söylediğimde telefonda uzun
bir es oldu. Çünkü ben onu aramadan birkaç gün önce aynı zamanda tiyatro
yönetmeni olan eşi Mehmet Ergen; "Haluk Abi’yle David Hare’ın ‘Pencere’sini
oynasanız ne kadar güzel olur’’ demiş. Ve arkasından ben telefon ediyorum. Öyle
enteresan bir tesadüf. Onunla oynadığım için çok mutluyum. Esra mükemmel bir
oyuncu. Onunla oynamak gerçekten bir zevk.
● İki ‘tekniksiz’ ve ‘sınırları olmayan’ oyuncu karşı
karşıya.
Teknik diye
bir şey yok. Bazı oyuncular böyle saçma sapan şeyler söylerlerse inanmayın
lütfen.
● Teknik değil de, şimdilerde oyunculuğun matematiği
olduğunu çok sık duyuyorum.
Yok öyle bir
şey. Lütfen benim için "Hadi bana anlat şu matematiği de bakalım anlayabilecek
miyim?’’ deyin. İnsanlar hiçbir anlama gelmeyen cümleler kurmayı çok seviyor.
Fakat anlat dediğinizde çalışmadıkları yerden olduğu için cevap veremiyorlar.
Ben 45 yıldır bu işi yapıyorum ama tekniğin ne olduğunu bilmiyorum. Oyunculuk
bir beceridir ve bunu da kendi kendimize kazanırız. Yaparak kendimize öğretiriz
oyunculuğu. Bisiklete binmek veya ıslık çalmak gibidir. Oyuncu denen yaratık,
insanı ilgilendiren her şeyi merak etmek zorunda. Böyle bir şeyin tekniği nasıl
olabilir? Buradan duyuruyorum herkese; o ablalar ağabeyler veya genç arkadaşlar
gelip teknik diye yumurtladıkları şeyi bana bir öğretsinler. Ben cahilim bu
konuda, bilmiyorum.
● Peki, oyuncunun en güzel gözlem malzemesi nedir?
Çocukları
seyredin. Benim öğretmenim onlar. Evcilik veya kovboyculuk oynarken ne
yaptıklarına bakın. Çünkü onların tek amacı oynamak ve keyif almak. Siz bunu
yapar ve oynama arzusuyla oynarsanız hata yapma ihtimaliniz yok. Tam da bu
nedenden ötürü burası Oyun Atölyesi. Oyunu en saf haliyle alıp bir şeyler
yapmak için kurduk burayı.
● ‘Pencere’de idealist bir kadın ile paralı ama
zengin olmayan adamın dansına şahit oluyoruz hem de en saf haliyle. İkisi de
eteklerindeki taşları döküyor. Kadın-erkek ilişkisi açısından nasıl
yorumluyorsunuz oyunu?
Şimdi bu
oyunda siz Kyra’yı tarif ederken idealist dediniz ama aslında öyle değil.
İdealist olmaya çabalayan bir kadın. Haklı ama kendi devrimini yapamamış henüz.
Tom parası olan ama zenginlikten nasibini almamış bir adam! Bununla birlikte
odun ama sahici. Kendisi de bunun farkında. Fakat Kyra idealizmi bir zırh,
siper olarak kullanıyor. İyi de kardeşim o stratejiyle mi yaşamak zorundasın?
Bunlar gösteriş ve ikna etme çabaları.
● Aslında ikisinin de eksikleri var, her ilişkide
olduğu gibi.
Evet ve
bunun farkındalar da. Türkiye’de ne yazık ki genelde gri alanları unutuyoruz.
Ya siyah ya da beyaz düşünüyoruz. Biri haksızsa, diğeri mutlaka haklıdır. Hayır
efendim! Belki ikisi de haksız ya da haklı. Biz birini haklı bulduğumuz zaman
karşısındakini haksız diye yaftalamayı seviyoruz. Öbür türlüsü daha fazla
düşünmemizi, irdelememizi ve merak etmemizi gerektiriyor. Kolaycıyız, düşünmeyi
bilmiyoruz. Çünkü bize düşünmek öğretilmiyor, ezberlemek öğretiliyor. Eğitim
sisteminden başlıyor zaten sakatlık. Ezberle, sınavdan iyi not al. Eee, ne
biliyorsun? Hiçbir şey.
● Bu sistem kendimize dönmemizi de engellemiyor mu
biraz?
Kesinlikle!
Kategorize etmek çok kolay. Düşünmeye vakit yok. Para kazanacağız, bina
yapacağız, ağaçları keseceğiz; çok meşgulüz. Ülkemizi, yaşadığımız yeri
çirkinleştirmekle ve sularımızı kirletip tüketmekle meşgulüz. Ben çocukken
anneannemin Seferihisar’daki evinin önünden bir dere akardı ve o dere
tertemizdi. Biz oradan su içerdik, etrafında çakmak taşları vardı. Aradan
yıllar geçti ve anneannem rahmetli olduktan sonra oraya tekrar gittim. Lağım
akıyordu bu sefer. Yaklaşık 10 yıl sonrasında yine gittim ve evet, bu sefer dere
tamamıyla yoktu. Çünkü suyun yolunu kesmişler.
● Hep deriz ya başrolünde olduğum hayatı oynuyorum.
Senaryo yazmada başarısızız galiba, kötü sonlar yazıyoruz.
Maalesef.
Fakat zavallı insanoğlu şunu unutuyor; doğa senden çok daha güçlü, bilgili ve
bilinçli. O dere oradan akıyorsa 10 bin yıldır varlığını sürdürüyordu. Sen o
dereyi kuruttuğun zaman yarın öbür gün çok daha büyük yağmurlar yağdığında
orası taşacak ve sen o suların altında öleceksin. Sonra da Allah’ın takdiri
diyeceksin. Allah’ın takdiri değil, senin gerizekalılığın. Sen belediye olarak
oraya imar izni verdiğin için bir kere hainsin. Orada oturan da düşüncesiz,
oturmayacaksın. Doğayı inatla anlamıyoruz. Üstelik nüfusumuzun çoğu da doğada
yaşıyor. Fakat köylere bakıyorsunuz artık insanlar oralara da apartman
yapıyorlar ve ben üzüntümden kahroluyorum. Köy orası yahu! Ev ve bahçe yapsana,
orada tavuk besleyip domatesini, biberini eksene… Hasta mısın? Apartman denilen
saçmalık, şehirlere insanlar yığıldığı ve yer bulamadıkları için üst üste
dizilen kutular gibi uydurulmuş bir şey.
● Peki, bu durum daha ne kadar kötüye gidebilir?
İnanın
öngöremiyorum. Maalesef paramızı harcayacak kültüre, gustoya sahip değiliz. Bir
de şimdilerde televizyonda bir kamu spotu dönüyor: “Tarım arazilerine lütfen
inşaat yapmayın”. Efendim? Ben istesem yapabiliyor muyum ki? Bize imar iznini
sen veriyorsun. İmar izni olmayan yerleri de gidip yık benim adıma. Bana bunu
deme, dalga mı geçiyorsun benimle?
● Sizce körü körüne bağlandığımız kişisel inanç ve
ideolojilerimiz mi bizi buna sürüklüyor?
İnanç
dediğimiz şey çok tehlikeli. Çünkü inançta sorgu yok. Herkes bilime emanet
olsun (gülüyor).
● Tarihteki acı olayların nedeni de bu tehlike değil
miydi?
Ben size bir
hikâye anlatayım. Aynı zamanda çok sevdiğim bir abim olan Feyyaz Fergar vardır.
Kendisi 85 yaşında hayatını kaybetti. Yıllarca İngiltere’de BBC Türkçe
bölümünün başındaydı. Feyyaz Kayacan adıyla Türkiye’de şiir kitapları
yayınlandı. Kendisi 19 yaşındayken öğrenimine Paris’te devam etmek için ilk kez
Türkiye’yi terk ediyor. Babası da Haydarpaşa Tren İstasyonu’na onu uğurlamaya
gelmiş. “Güle güle oğlum, Allah zihin açıklığı versin” diyor. Tren de o sırada
hareket ediyor; “Oğlum sana bir şey söyleyeceğiz. Biz Ermeniyiz oğlum”. Feyyaz
Abi Ermeni olduğunu ilk defa o zaman öğreniyor. Önce uzun yıllar Fransa’da
yaşadı sonra da Londra’ya geçti. 30 yıl sonra korkarak Türkiye’ye geldi. Saçı
uzundu, sırf sınır polislerine normal görünsün diye kestirdi. Azınlıklar
Türkiye’de çok korkmuşlar. Çünkü tarihimizde çok kara sayfalar var
affedilemeyecek. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül… Moda’daki Rum, Ermeni nüfusu bile
tamamen kaybolmuş. Bu semt o zaman çok daha zengindi. Şimdi “Affedersiniz
Ermeni dediler” diyor insanlar. “Affedersiniz bana Türk dediler” ya da “Affedersiniz
bana Müslüman dediler” desek ne olacak?
● Sözü milliyetçilik devralır herhalde.
Milliyetçilik
ne kadar tehlikeli bir şey, değil mi? Kendi katkınız olmayan herhangi bir şeyle
gurur duymak… Siz zaten burada doğmuşsunuz, ne var bunda gurur duyacak?
Yunanistan’da doğmuş olsaydınız “Ne mutlu Rumum!” diyeceksiniz. Ne yaptın Rum
olmak için? Sadece Rum ana babadan doğdun ve kilisede vaftiz ettiler seni.
Somali veya Suudi Arabistan’da doğsaydın da aynı şekilde gurur duyacaktın. E,
peki sen bu işin içinden nasıl çıkıyorsun kardeşim diye sorduğunda ne olacaktı?
Çalışmadığı yerden sorduğun için cevap veremeyecekti.
● Biz bu cevapsız sorular ve tehlikeli sulardan yakın
zamanda rol aldığınız ‘New Blood’ adlı diziye geçelim.
BBC dizisi,
ben de iki bölüm rol aldım. Haziran'da yayınlanacak. Yakın zamanda
yeniden Londra’da olacağım bu sefer ‘Trendy’ adlı filmde oynamak için.
Londra’da yaşayan Fransız yönetmen Louis Lagayette yönetiyor. Onun ardından iki
haftalığına New York’a gideceğim. Bir Broadway müzikali söz konusu kesin
olmamakla birlikte. Program karışık şu an biraz. Ben seviyorum bu yoğunluğu,
boş kalmamayı (gülüyor).
Yazı devam ediyor...