Tolga Tekin: Şu an belki daha ünlü bir aktör olabilirdim!

Tolga Tekin: Şu an belki daha ünlü bir aktör olabilirdim!
Fotoğraflar: Çağrı Kılıçcı
"Aktörler, değişim ajanlarıdır. Bir film, bir tiyatro oyunu, bir müzik parçası veya bir kitap fark yaratabilir. Dünyayı değiştirebilir.” Bu söz, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden dünyaca ünlü oyuncu Alan Rickman’a ait. Rickman, sadece Severus Snape veya Hans Gruber gibi sinema tarihinin en şeytani karakterlerine ya da ‘Love Actually’deki Harry gibi aşkı en naif şekilde anlamlandıran karaktere hayat vermedi; aynı zamanda bu sözündeki gibi bir fark yarattı ve oyuncu kimliği dışında ruhunun saçtığı ışıltıyla da hep anıldı. İşte, yukarıda büyük harflerle yazılı cümle de onun mantığından ilerleyen bir oyuncuya, Tolga Tekin’e ait.

Muş’ta mum ışığında bile oyun oynayarak bu değişimi yaratmaya çalışmış. 20 yıldır Devlet Tiyatroları'nda ‘Macbeth’ten ‘Salome’ye, ‘Yastık Adam’dan ‘Keşanlı Ali Destanı’na kadar efsanevi oyunlarda rol almış. Ve evet, bu sözü sarf ediyor. Ankara Devlet Konservatuarı biter bitmez İstanbul’a gelip daha ünlü ve daha çok para kazanan bir aktör olabilirdi. Ancak o bu çarkın dişlisi olmakla birlikte değişim akıntısına kapılıp en büyük tutkusu olan oyunculuğu sahnede, seyircilerle etkileşim halinde sahnelemekten asla vazgeçmiyor ve vazgeçmeyecek de. ‘Kapalıçarşı’ dizisinde şu an canlandırdığı Özkan karakterinden daha psikopat bir karaktere hayat verdi, ‘Muhteşem Yüzyıl’da Tuncel Kurtiz gibi ölümsüz bir ustayla çalıştı ve şimdi ‘Paramparça’da siyah veya beyaz seven izleyiciye griyi, yani bir anti-kahramanı sunuyor. Sadece etkileyici bir oyuncu değil, aynı zamanda mütevazı, kendini çok iyi bilen ve çevresindekilerle empati kurup anlayış gösteren biri. İşte, bu nedenle hiçbir zaman daha ünlü bir aktör olmayacak ama değişimin temsilcilerinden, ajanlarından diyebileceğimiz aktör olmaya devam edecek.
 
 Biz onu Barbaros Hayrettin Paşa olarak tanıdık

● ‘Paramparça’dan önce şu Ankara farkı nereden geliyor ondan bahsedelim. Ankara Devlet Konservatuarı kökenli olan oyuncular hemen belli oluyor.
Ankara Devlet Konservatuarı tarihin ilk konservatuarı. Ne kadar şanslıyım ki Prof. Dr. Cüneyt Gökçer, dört yıl boyunca bizim eğitmenimizdi. Zaten onun başında olduğu bir kurumdu. Tarihi boyunca Stanislavski tekniğinin en doğru ve disiplinli şekilde öğretildiği konservatuardır. İşte, Ankara farkı buradan geliyor. Geleneğimizde o disiplin ile oyunculuğa ve hayata karşı o bakış açısı yatıyor. Derse bir dakika bile geç gidemezdiniz konservatuarda. Hatta tam tersine yarım saat önce gidip ısınırdık. Okuldan çıkınca da hemen eve gidilmezdi. O gün neler yaptığımızı konuşurduk. Bütün bunların meyvelerini zaman geçtikçe topluyoruz. Mesela ben 20 yıldır devlet tiyatrosu sanatçısıyım. Mezun olur olmaz hiç düşünmeden İstanbul’a gelebilir ve şu an belki de daha ünlü ve daha fazla kazanan bir aktör olabilirdim. Fakat bunun yerine devlet tiyatrolarına girdim ve Adana’da sekiz yıl görev yaptım. Herkes yapmıyor bunu. İşte bu da Ankara geleneğinin, o disiplinin ve bakış açısının bir örneği. Eğitmenler de mükemmeldi. Cüneyt Gökçer, Çetin Tekindor, Levent Ülgen, Laçin Ceylan, Asuman Korad, Cem Emüler... Muazzam bir kadronun öğrencileriydik.
 
● Bu disiplin ve böylesine kare aslardan oluşan kadro üzerinizde baskı da yaratmıştır.
Olmaz olur mu? Düşünebiliyor musunuz rahmetli Cüneyt Gökçer’in, hocaların hocası denilen Gökçer’in “Hadi Tolga’cığım sahneye çık bakalım neler göstereceksin?” diyerek sizi izliyor. O an neler yapabilirsiniz ki? Kolejden mezun olmuşsunuz, devlet konservatuarını kazanmışsınız ve henüz ilk yılınız. Çok rahat ve eğlenceli adamımdır fakat karşımda Cüneyt Gökçer varken her seferinde elim ayağım titrerdi. İkinci sınıfta ‘Macbeth’ çalışıyorduk. Cüneyt Hoca yaşına rağmen biz oyun çalışırken sahneye hemen çıkar ve “Bak şu şöyle olacak” diye yol gösterirdi ve bir gün sahne bittikten sonra “Tolga, çok iyiydin oğlum” dedi. Bu laftan sonra o el ayak titremesi, heyecan geçti.
 
● Peki, yıllar sonra neden İstanbul?
Açıkçası İstanbul’a geçişimde menajerim etkili oldu. ‘Bizim Evin Halleri’ döneminde menajerim yoktu. Ankara’daki oyunlar devam ediyordu. O sırada ‘Kapalıçarşı’ adlı bir dizi çekilecek. Kayserili bir sucukçu rolü vardı. Beni görüşmeye çağırdılar. Ankara’da iki üç gün boyunca Kayseri şivesi çalıştım ve bu sucukçunun nasıl olacağını kafamda toparladım. İstanbul’a geldiğimde şimdiki menajerimle tanışmadan önce deneme çekimimi asistanı çekti. Çekim bittiğinde şu cümleyi duydum: “Ben sadece şok oldum ve başka hiçbir şey diyemiyorum.” Ertesi gün Renda Güner’le tanıştım. Hayatında izlediği en iyi deneme çekimlerinden biri olduğunu söyledi. ‘Kapalıçarşı’ dizisinde sadece iki bölümlüğüne Sucukçu Mustafa’yı oynayacakken bir anda hikâyenin tamamında yer aldım.
 
● ‘Paramparça’dan önce nasıl bir İstanbul macerası yaşadınız?
İki sezon ‘Kapalıçarşı’da rol aldım. Sonra bir Karadeniz dizisi olan ‘Reis’ geldi. O sadece sekiz dokuz bölüm sürdü. Daha sonra Ümit Ünal’ın 12 bölümlük ‘Çıplak Gerçek’ dizisinde rol aldım. Ardından ‘Muhteşem Yüzyıl’ ve şimdi de ‘Paramparça’.
 
● Peki, rol aldığınız hangi dizi için “Oyunculuğumu besledi ve beni bu şehre alıştırdı” diyebilirsiniz?
Ben bu şehre hâlâ alışamadım ve alışmam da çok zor. Ankara çocuğuyum öncelikle. Sessizliğe ve sisteme alışmışım. Dostluk, kadın-erkek ve bürokratik ilişkiler bile çok karmaşık İstanbul’da. Ben hâlâ çözemiyorum ve çözmekle de uğraşmıyorum. Çünkü alışık değilim buna. ‘Muhteşem Yüzyıl’dan çok şey öğrendim. Tuncel Kurtiz gibi bir ustayla sette oturup sohbet etmek hayatımın en harika anlarıydı. ‘Kapalıçarşı’ deseniz ilk İstanbul dizim. Ortamı gördüm ve apayrı bir tecrübe edindim. ‘Çıplak Gerçek’de ise Ümit Ünal gibi çok iyi bir polisiye yönetmeni ve senaristten çok şey öğrendim. ‘Paramparça’ da çok güzel ve enteresan bir rol oynuyorum. Senaryo çok ilginç. Her çalıştığım işten mutlaka kazanımlarım oldu. O yüzden hâlâ “Tam anlamıyla şudur” diyemeyeceğim.
 
● Özkan karakteri gerçekten de enteresan. Ne iyi diyebiliriz onun için ne de kötü. Gelgitleri olan bir karakter. Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Bana göre iyi veya kötü karakter yok. O karakterin karanlık ve aydınlık, güçlü ve zayıf yanları vardır. Hiçbir insan salt iyi ya da kötü değildir. Bazılarının güçlü tarafları daha fazladır ve iyi yansır; diğerlerinin ise zayıf tarafları vardır ve kötü yansır. Özkan aslında çocuk ruhlu bir adam. Ona psikopat veya kötü diyorlar ama aslında bir çocuk sadece. Çünkü çocuklar hayatta çok acımasızlardır ve düşünmeden hareket ederler. Özkan da böyle. Mantığını ve beynini uzak tutmuş, karşısındakini üzebileceğini düşünmeden bunu yapan, aslında iyi bir adam. Bence özellikle bu yıl Özkan anti-kahramanlığa doğru ilerliyor. Biliyorsunuz anti-kahramanların her zaman hayata, kaderlerine ve kendilerine karşı bir kavgaları olur. Kahramanlar gibi doğru yoldan gitmezler, her zaman karışık yolları tercih ederler. Özkan da bence yarı çocuk yarı anti-kahraman.
 
● Peki, Özkan karakterinin bu gelgitlerinde şaşırdığınız veya memnun olmadığınız anlar oluyor mu?
Hiçbir oyuncu önüne gelen senaryoyu yüzde 100 kafasında oturtamıyor ki bu da en doğal şey. “Acaba senarist burada ne düşünüyor” diye kendimi sorguladığım çok anlar oluyor. Kendimi Özkan’ın yerine koyuyorum ve bu şekilde ilerliyorum. Tıkandığım durumda ise senaristimizi arayıp soruyorum. Başta da dediğim gibi hiçbir oyuncu senaristin yazdığını yüzde 100 beğenmez, beğenemez; fiziğe aykırı.
 
● Özkan’ı siz yazıyor olsanız şu an bulunduğu yerde olur muydu?
Tam anlamıyla olmazdı, oyuncu ve senaristin bir karakter için aynı çizgide olması önemli fakat oyuncu ister istemez oynadığı karakterin zaaflarının ve hatalarının daha az olmasını ister. Bu çok doğal bir durum, karakterinizin daha sempatik ve doğru yolda giden bir adam haline gelmesini kim istemez ki? Bu yüzden ben yazsaydım Özkan’ın vicdani ve güçlü taraflarını biraz daha fazla öne çıkartırdım. Bence oyuncu karakteriyle ilgili tıkandığı yerde senaristiyle mutlaka paslaşmalıdır, hatta sadece senarist değil yönetmeniyle bile.
 
● Özkan’ın gemisini hareket ettiren rüzgâr onun zaafları ve yaraları. Bu da çok belli. Hem bir yandan bunları içinde tutuyor hem de ani duygu patlamaları yaşıyor. Peki, Özkan’ın yaraları neler?
Aslında Özkan ne yapıyorsa kendine yapıyor. Onun hesaplaşması her zaman kendiyle. Kendine zarar veriyor ve bu da çevresindekileri etkiliyor. Tamirci arkadaşını, eski eşini, çocuğunu, ablasını… Kendisiyle sürekli bir kavga içinde. Eşiyle kızını bırakıp Almanya’ya kaçmasını kendine yediremiyor, bir baltaya sap olamamak içinde ayrı bir yara. Çocuğunun annesi öldü ve bundan kendisini sorumlu tutuyor. Çünkü nikah kıyamadan hareketini kaybetti. İçindeki yaralar çok fazla. Cihan Gürpınar’a karşı çok ciddi bir ödün borcu var. Şu an o evde oturmalarının tek sebebi Cihan ve bundan da haz almıyor. Bu yaralar birikerek çok zayıf ve karanlık yönü bir anda ortaya çıkan, hemen pişman olan bir adamı ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda dengesiz çünkü çocuklar da dengesizdir.
 
● Özkan’ı canlandırırken en çok nelerden besleniyorsunuz?
Senaryoyu çalışırken yanımda mutlaka müziğim olur. Müziksiz hiçbir şey yapamam. Mesela güzel yemek yaparım ve fonda mutlaka müzik çalar. Özkan’ı çalışırken karakterin içine çok fazla gireyim diye derinlikli düşünmüyorum. Basit düşünmek zorundayım. Oyunculuğun vazgeçilmezlerinden ilki matematik, ikincisi gözlemdir. Eğer doğru hamur varsa bunlar birleşince o karakteri en mükemmel şekilde çıkarırsınız. Bu bir dizi film karakteri hatta tip diyelim. Karakter bana göre tiyatro oyunu veya sinema filminde olur.  
 
● Bu tipin karşısında bir de Keriman gibi apayrı bir tip duruyor.
Nursel Köse’yle tanıştığımızın ilk dakikasında elektriklerimiz o kadar tuttu ki iki deli bir araya geldi ve şaheser çıkardı diyebilirim. Özkan ve Keriman fenomen olmuş bir ikili. Nursel’i tanımaktan gerçekten çok mutluyum. Gerçek hayatta da çok enerjik insanlarız. Sette rahat durmuyoruz. İlla sahneye kendimizden neler katabiliriz diye düşünüyoruz. Ortaya da tabii çok komik enstantaneler çıkıyor ve yeri geldiğinde set duruyor bu yüzden. Geçen sezon efsane bir kazak sahnesi vardı. Gülseren evi terk etmiş ve ben onun kazağını koklayarak ağlıyorum. İçeri ablam giriyor ve “Özkan, ablacım sen ne yapıyorsun?” diyor. Özkan da “O kadar özledim ki abla kokusunu içime çekiyorum” diye karşılık veriyor. Tabii Keriman’ın cevabı herkesin koptuğu andı: “Ulan idiot, o benim kazağım”. Bu, evde otururken aklıma gelen ve kaleme aldığım bir sahneydi.  
 
● Peki, Nursel Köse olmasaydı bu ilham yine olur muydu?
Kesin bir cevap veremem. Fakat Nursel’e baktığınızda gerçek hayattaki enerjisi müthiş. Başkasıyla da farklı şeyler çıkardı. Ancak bir gerçek var ki Özkansız Keriman, Kerimansız Özkan olmaz. Nursel’le çalışmaktan büyük keyif alıyorum.
 
● Yönetmen değişikliği sizi nasıl etkiledi?
Aslında çok etkilediğini söyleyemem. Gerek Cevdet Mercan gerekse Altan Dönmez birbirinden çok farklı ama ikisi de çok başarılı, iletişime açık ve yetenekli yönetmenler. İkisini de tanıdığıma çok memnunum.
 
● Peki, bugüne kadarki tüm rol arkadaşlarınız arasından en akıcı kiminle oynadınız?
Bu dizide Nursel Köse büyük şans benim için. Tamirciyi oynayan Ayhan Bozkurt da aynı şekilde. Oyuncu olmamasına rağmen çok iyi yere geldi. Devamlı gelip “Bunu ne yapayım” diye soruyor. Sahneleri önceden düşünüyoruz. Bu çok önemli. Yani makyajınız sırasında ezber yapmak bana çok doğru gelmiyor. Evde senaryoya bakacaksınız. Çünkü bu sizin işiniz. Ayhan evde düşünür ve beni arayıp aklına gelenleri paylaşır. Çünkü öğrenmeye aç. Bu da onu başarıya itiyor. ‘Muhteşem Yüzyıl’da da Halit Ergenç’le çalışmak ayrı bir tecrübeydi. Tuncel Kurtiz’i konuşmaya bile gerek yok zaten. ‘Kapalıçarşı’da Nejat İşler, Olgun Şimşek ve Erkan Can’la çalışmak da çok keyifliydi. Bunların hepsi özel adamlar. Ancak “en çok hangisi” derseniz kesinlikle Tuncel Kurtiz derim.
 
● Rol almasaydınız ‘Paramparça’yı izler miydiniz?
Oynadığım dizileri zamanım olursa izliyorum. Hikâyeye ne kadar hizmet etmişim diye bakıyorum. Ancak dizi izleyemiyorum.
 
● Süresinden dolayı mı?
Kesinlikle! Yurt dışındaki diziler neden lokum gibi geliyor? Buna el atılmak zorunda. Yeteri kadar ilgilenildiğini düşünmüyorum. Bu duruma aslında hükümetin el atması gerekiyor. Başka türlü olmaz bu iş. Diziyi bir saate indirdiğinde ücretiniz de düşecek. Oyuncu bunu kabul eder mi? Şikayet edilmesine rağmen maalesef bu durum yine de tatlı geliyor. Reyting savaşı var ülkede. Türkiye’nin en heyecanla beklenen dizisi ‘Muhteşem Yüzyıl: Kösem’ bugün Total’de 21’inci oluyor. ‘Kurtlar Vadisi: Pusu’, Total’de birinciyken AB’nin dokuzuncusu. Bu iş nasıl böyle oluyor anlamıyorum. Her gün reytinge bakmam ama ‘Paramparça’nın olduğu gün bakıyorum. Bir de ‘Kördüğüm’ başladığında incelemiştim. O da Endemol Shine Turkey’nin diğer yapımı olduğu için. Halkın neyi beğendiğini öngöremiyorsunuz. Bakalım şubat ayında Acun Ilıcalı, ‘Survivor’ ile karşımıza çıkacak. O zaman neler olacak? Geçen yılın lideri ‘Paramparça’, bu yıl ‘Kırgın Çiçekler’le karşı karşıya. ‘Güneşin Kızları’nın ise sosyal medyada çok ciddi bir hayran kitlesi var. Ancak o da reytingde ilk 10’a giremiyor. Gerçekten anlayamıyorum bu karmaşık dengeleri. Fakat galiba bu ülkede gençlik dizilerinin daha fazla yapılması gerekiyor. Düzgün yapıldığında bu ülkede tutuyor.
 
● Artık oyuncu üzerinden de ilerlemiyor iş. Şans oyununa dönüştü. Kimse Beren Saat veya Meryem Uzerli oynuyor diye izlemiyor.
Senaryo en önemli faktör. Artık kimse başrol oyuncusuna bakmıyor. Bitti bu iş. Yıldızlık olayı rafa kalktı. Senaryo alıp götürüyor. İsimler yürümeyecek. Şu an öyle bir seyirci var karşımızda. Acımaları yok, beğenmedikleri anda değiştiriyorlar. Herkes çok dikkatli ve işini iyi yapmak zorunda. Eskiden böyle değildi, şans veriyordu.
 
● Size bir proje geldiğinde senaryo mu daha önemli, yoksa yönetmen mi?
Aslında hangisini es geçebilirsiniz ki? Çok iyi bir yönetmenle çalışırsınız ama karşınıza öyle bir oyuncu gelir ki hayatınızı zindana çevirir. İlk sırada senaryo geliyor. Metne bakarım. Karakterim metne ne kadar hizmet ediyor, metin karaktere ne kadar hizmet ediyor onu incelerim. Sonra da yönetmen gelir. Onu araştırırım. Ve tabii ki oyuncu kadrosu… Gönül ister ki çok iyi anlaştığınız oyuncu arkadaşlarınız olsun. Daha sonra da yapım şirketi tabii ki.
 

Yazı devam ediyor...
 
 
 
 
 
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER