Aslında niyetim tamamen Muhteşem Yüzyıl Kösem’in dün akşam
yayınlanan 3. bölümüyle ilgili yazmak, bol bol detaylara girmek, bölümü analiz
etmekti. Ancak geçen hafta reyting yarışında gelen ve Muhteşem Yüzyıl markası
için nahoş bir ilk olan 7.’likten sonra dizinin bu hafta biraz daha gerileyip
9.’luğa düşmesi yazacağım yazının içeriğini büyük ölçüde değiştirmeme sebep
oldu. Bu yazıda başlıklar halinde yazacağım şeyler aklımdaki yazmayı
planladığım ilk yazıyı değiştirmemiş olsam bile o yazının satır aralarında kendilerine
zaten yer bulacaktı ancak iki haftadır yaşanan ve ilk dizinin sadık seyircisi
olan kitlenin hiç hesapta yokken yeni dizinin geleceği hakkında şimdiden
endişeye kapılmasına sebep olan bu beklenmedik düşüşün olası nedenlerini masaya
yatırmak, çok geç olmadan yapılması en mantıklı görünen şey zira.
Helesi öpüşebildik, artık mutlu bir şekilde ölebilirim...
Yine de 3. bölümle ilgili hiçbir şey yazmadan geçmek de
olmaz tabii. Açıkçası 3. bölüm, geçtiğimiz hafta diziye ilk keskin reyting
düşüşünü yaşatan 2. bölümden çok daha derli toplu, çok daha akıcı ve seyir
zevki çok daha yüksek bir bölümdü. Görsel olarak oldukça başarılı bir su altı
sahnesiyle açılan bölüm, imparatorluğun bu yüzyılında devletin ve
yöneticilerinin başını çok sık ağrıtacak olan Yeniçeriler’in ve Sipahiler’in,
yeni padişah tahta çıktığı zaman gelenek olduğu üzere kendilerine verilmesi
gereken ama devletin mali durumundaki bozukluktan dolayı bir türlü verilemeyen
cülus bahşişleri nedeniyle isyan edip saraya yürümeleriyle temposu yüksek bir
şekilde devam etti ve ardından bitene kadar da bu huzursuzluk halini palazlandırıp
kaşıyan durumları bir bir gösteren siyasi entrikalarla yüklü bir şekilde, harem
ve cariye entrikalarından tamamen uzak kalarak gayet bütünlüklü bir şekilde
sona erdi.
2. bölüme en çok zararı veren ve bölümden kopuk kopuk duran
Yeniçeri Ocağı sahneleri bu sefer hikayeye ve bölümün entrikasına çok güzel bir
şekilde yedirilmişti ve seyirciyi bölümden koparmak şöyle dursun, tam tersine
izleme zevkini artırıp hikayeyi lezzetlendirdiler. Tabii ki bir gelenek olduğu
üzere hem sipahilerin sarayı basması hem de Yeniçeri Ocağı’ndaki sahnelerde gereksiz
slow motion kurgudan vazgeçilememişti ama şükür ki minimum düzeyde kullanılıp,
ciddi ve etkileyici olalım derken komikleşme durumundan mümkün olduğunca
kaçınılabilmişti. Darısı gerekmediği halde hiç slow motiona boğulmamış aksiyon
sahneleriyle süslü bir Muhteşem Yüzyıl’ın başına diyelim. Gelelim şimdi asıl
derdimize... Düşününce siyasi entrikaları gayet yerli yerinde, temposu oldukça yüksek
ve akıcı, süresi helesi 20 dakika daha kısalabilmiş bir bölüm de olmasına
rağmen reytinglerde daha da fazla bir düşüş yaşayıp 9.’luğa gerilemek neden? Nedir
seyircinin gözünde Kösem’i ilk Muhteşem Yüzyıl’dan bu kadar geriye düşüren?? Ve
nedir eski görkemli reyting zaferlerini geri getirecek olan?? Bir bakalım
bakalım, bir cevap bulabilecek miyiz??
Sakın onu bırakayım deme Samwise Gamgee...
1. Öncelikle her şeyin başında değişen günümüz koşulları ve televizyon izleme
alışkanlıklarını iyi analiz etmemiz gerekiyor.
Muhteşem Yüzyıl oldukça kudretli
bir ilk diziydi ve Osmanlı İmparatorluğu’nu görsel olarak Avrupalı
imparatorlukların giyim kuşamı ve takılarıyla birleştirerek, Türk-İslam
dünyasının giyim modasını batılı tarzda kıyafetlerle harman ederek yepyeni ve
görsel olarak çok şık bir dünya tasarlamıştı. Evet, ülkedeki muhafazakar,
Osmanlı’ya laf kondurmak istemeyen azımsanmayacak büyüklükteki bir kitle için
bu durum bir İslam imparatorluğunu yüzyıllarca kök söktürdüğü Hıristiyan
imparatorluklarına benzeterek sunmak ve haliyle ona hakaret etmek demekti ancak
yapılan işin bir televizyon şovu olduğu düşünüldüğünde böylesine uzlaşmadan
uzak, direk kestirip atan, son derece tutucu bakış açısından ziyade daha geniş
bir çerçeveden ve o sektörün kuralları açısından çok daha incelikli düşünecek
olursanız son derece akıllıca, diziyi bütün dünyaya rahatlıkla pazarlamaya yarayabilecek
kurnazlıkta bir hamleydi. Ve bunun karşılığı da misliyle alındı. Ayrıca kendisiyle yarışabilecek, başka alternatifler sunabilecek bir rakibi de yoktu
karşısında. Kendisinin fırtınasından başı dönen yapım şirketleri daha ucuza
benzer yapımlar çekerek bir rekabet yaratmaya çalıştılar ama hiçbirinin ömrü
bırakın rekabeti, ciddiye bile alınmalarına sebep olacak kadar uzun olmadı.
Şimdi
yeni diziye baktığınız zaman bu anlamda seyirci için “yeni” ve “televizyonda
ilk kez” olan bir şey yok ekranda. Görüntü Yönetmenliği, Set Tasarımı vs. gibi
teknik detaylara dikkat etmeyen ya da bu konulara nasıl dikkat etmesi gerektiğini tam olarak bilmeyen standart izleyici için ekranda 4 sene boyunca yeteri kadar izlediği, aşina olduğu ve "doyduğu" bir dünya, kıyafetler ve takılar var tekrar. Üstelik konu da
benziyor. Yine masum bir kız köle olarak saraya getiriliyor, yine haremdeki
diğer kızlar kendisine diş biliyor, yine saraydaki kadın sultanlar
birbirlerinin ayağını kaydırıp gücü mutlak şekilde elinde tutmak için bin türlü
entrika çeviriyor, yine aşık olmaması gereken iki kişi mektuplar ve gizli buluşmalar eşliğinde gizlice aşk yaşıyor, yine asker huzursuz, yine şehzadeler katlediliyor…Yani
kabaca baktığınız zaman ekrandaki her şey “yine yine” ekranda. Üstelik 4 sene
boyunca son derece ezici bir şekilde Türk dizi film piyasasını domine edip her
detayını, her sahnesini zihinlere çekiçle kazıyacak kadar markalaşmış bir
dizinin devamında.

Çekilebilirsin...
2. Diğer yandan ilk
dizinin final yapıp yeni dizinin başlaması arasında geçen 1.5 yıllık süre
zarfında yepyeni bir Osmanlı dizisi yayına başladı. İlk Muhteşem Yüzyıl devam
ederken başlatılan ama hiçbir iddiası olamayan Osmanlı dizilerinin aksine ilk
defa olarak yayınlandığı gün reytinglerin liderliğini tartışmasız şekilde eline
alan ve Muhteşem Yüzyıl’ın bitmek bilmez kadın entrikaları ve pembe dizi
olaylarıyla elinden kaçırdığı erkek seyirciyi de zamkla yapışmış gibi kendine
bağlayan Diriliş Ertuğrul. Üstelik ironik bir şekilde Muhteşem Yüzyıl’ın
markası haline gelen Çarşamba akşamlarını onun elinden alarak yaptı bunu. O
kadar ki yeni Muhteşem Yüzyıl kendisine ait olmayan bir akşamda, Perşembe akşamları yayınlanmak zorunda kaldı. Tabii ki bu liderlikte artık ortada rekabet
edilecek bir Muhteşem Yüzyıl kalmamış olmasının ve Ertuğrul’un amiyane tabirle “ortalığı
boş bulmuş” olmasının da büyük etkisi var ama bir şeyi gözden kaçırmamak
gerekiyor.
İlk Muhteşem Yüzyıl zamanında başlatılan benzer bütün Osmanlı
dizileri her anlamda Muhteşem Yüzyıl taklidi olmaya çalışıyorlardı ancak
Diriliş Ertuğrul öyle değil. “Modernleştirilmiş” Osmanlı yerine görsel olarak
çok daha fazla Türk-İslam dünyasına ve geleneklerine uygun bir görsellik,
kıyafetler, taçlar / takılar, silahlar sunuyor seyirciye. İlk Muhteşem Yüzyıl’a
tepkili olan hemen herkes Diriliş’i büyük bir ilgiyle takip ediyor. O zamanlar
Osmanlı dizisi olarak prodüksiyon kalitesi açısından ona denk başka bir
alternatif olmadığı için Muhteşem Yüzyıl’ı belki ister istemez izliyorlardı ve
bu da Süleyman’ın işine geliyordu ama artık tarihlerini kendi görmek
istedikleri şekle çok daha yakın bir görsellikle, kendilerince çok daha doğru
ve gerçekçi sunan bir yapım var. Tamamen farklı dönemleri anlatan tamamen
farklı tarzlarda ve standartlarda diziler olsalar bile artık Osmanlı dizisi
izlemek için kimse Muhteşem Yüzyıl’a mahkum değil. Özellikle de Osmanlı denince
görmek istediği asla ve asla İngiltere ya da Fransa Kraliyet ailesi gibi “batılı ve Hıristiyan”
görünen bir Osmanlı olmayan seyirci.

Ben Lady Handanbeth...Kral 1. Ahmet McOsman'ın annesi...
Kösem’e baktığınız zaman ise Safiye Sultan’ın Kraliçe 1.
Elizabeth’le olan yakın arkadaşlığından dolayı ondan etkilenerek iyiden iyiye
Buckingham Sarayı kraliçelerine dönen abartılı kıyafetleri, küpeleri,
kolyeleri, hemen her kadın sultanın başlarına hiç aralık vermeden taktıkları
son derece gösterişli ve sarayda yaşıyor olsalar bile günlük hayat için fazla
abartılı olan taçları, takıları vs. var. İlk dizide ancak kudretinden sual
olunmayacak Hürrem Sultan böyle taçlar takarken, yeni dizide herkes birer
Elizabeth neredeyse. Yüzlerce yıllık bir saray ve imparatorluk olmasına rağmen
hiçbir şeyi zerre kadar yıpranmış ve eskimiş görünmeyen, daha dün en lüks AVM’den
alınmış gibi parıl parıl parlayan dekor eşyaları ve dahası parıl parıl parlayan
setler var. Yer yer ekrandan seyircinin üstüne yapaylık akıtacak kadar hem de. Safiye Sultan'ın odasında şamdanlar, mumluklar, at arabalarının altın boyama ahşapları, askerlerin kıyafetleri, saray ahalisinin ipekli kaftanları...Her şey carıl carıl parlıyor. Bu kadar şaşa, bu kadar debdebe insanı izlerken zaman zaman yormuyor, üstüne
üstüne gelmiyor desek yalan olur. E söz konusu görsellik zaten ilk diziden çok
iyi bilinen ve artık karşısında farklı bir tarzda ciddi de bir rakibi olan bir görsellik de olunca
tıpkı ilk maddede yazdığım yapısal ve senaryosal benzerlikler / tekrarlarda
olduğu gibi seyircide ilk dizide olduğu gibi bir heyecan yaratamıyor olması, ilgi uyandırmaması ve
bunun seyirciyi ekrana bağlayacak olan bir ana unsur olmaktan artık çıkmış olması
da şaşırılmaması gereken bir durum.

Kraliçe 1. Elizabeth nasıl öldü, biliyor musun? Öz be öz Osmanlı taçlarımla dövdüm, şişledim cadıyı.
3. Dizinin reytinglerindeki artarak devam eden düşüşün en
büyük etkenlerinden biri de hiç şüphesiz ki yayınlandığı akşam. Muhteşem Yüzyıl
Çarşamba akşamlarıyla özdeşleşmiş, biraz da o yıllarda o akşam ekranlarda olan
boşluğun kaymağını iyi yemiş bir dizi. Perşembe akşamları Beren Saat’in
dizilerinin akşamı olabilir ve Kösem için bu nedenle Perşembe akşamı özellikle seçilmiş
olabilir ama Perşembe akşamı Muhteşem Yüzyıl akşamı değil, bu kesin. Seyircinin
ezberini bozuyor bu nedenle, aşinalığını zedeliyor. Ve de karşısında ölüsü bile
para ediyor diyebileceğimiz bir Kurtlar Vadisi gerçeği var. Şimdi diyeceksiniz
ki, “daha ikinci diziden Muhteşem Yüzyıl’ı ilk dizinin tekrarı gibi görüp yüz
vermeyen seyirci 12 senedir Kurtlar Vadisi’ne hiç mi ilk dizinin tekrarı
muamelesi yapıp izlememezlik etmiyor”…Ediyorlar elbet, ilk Kurtlar Vadisi’nin
reyting başarısının yarısı bile yok belki artık ama görünen o ki Kösem’e boyun
eğecek kadar da değil henüz. Hâlâ güçlü. Ve tıpkı Diriliş Ertuğrul örneğinde
olduğu gibi burada da erkek seyirci elden kaçıyor. Diriliş Ertuğrul’da Polat
Alemdar karakterinin Osmanlı versiyonu diyebileceğimiz bir Ertuğrul ve alplerinin "sert" hikayeleri erkek
seyirciyi kendine bağlarken, Kurtlar Vadisi’nde de bizzat erkekçe racon
kesmenin kitabını baştan yazmış olan Polat Alemdar ve adamları erkek seyirciyi
alıp gidiyor.
İlk dizinin aksine bu sefer erkek seyirciye çok daha fazla hitap
etme iddiası olan Muhteşem Yüzyıl Kösem’de ise neredeyse bir gay
kırılganlığında olan bir Sultan Ahmet var. Sanki hepsi özellikle öyle seçilmiş
gibi son derece narin ve feminen görünümlü olan Acemi Yeniçeri Oğlanlar’ı var.
Hani bu dizi Türkiye’de çekilmiyor ve Osmanlı İmparatorluğu gibi
dokunulmazlaştırılmış bir imparatorluğun hikayesini anlatmıyor deseniz sanki o
Yeniçeri Ocağı’nda eşcinsel / biseksüel aşk hikayeleri yaşanacakmış gibi bir görünüm var.
Herkes “güzel çocuk”. Racon kesen abilerin karşısında gay erkekler ve kadın
seyirciler haricinde pek de erkek seyirciye hitap ediyorlarmış gibi görünmüyorlar.
Dizinin savaş / dövüş / aksiyon sahneleri de olması gerektiği gibi sert ve
dinamik kurgulu değil de bol slow motionlı, bol dramatik müzikli, ağır aksak
sahneler olunca erkek seyirciyi şimdilik çok da elinde tutamadıkları aşikar.
Boşver abi sen o Yunan kızı...Şu arkadaki Graz'lı Ali'yle daha mutlu olursunuz siz.
4. Aslında oldukça yeterli ve iyi bir performans veriyor
olsa da Hülya Avşar sanıyorum ki kadın olsun erkek olsun seyirciyi oyuncu
olarak diziden en fazla iten isim maalesef. Abartılı eleştiriler ve önyargılar
bir kenara bırakılıp objektif olunursa Avşar’ın performansına söylenecek ciddi
bir kötü söz ya da bulunacak bir kusur yok, diziye oyunculuk anlamında asla bir
zarar verdiği de yok ama belli ki seyirci yıllardan beri ne magazin gündeminden
ne de televizyon ekranlarından bir gün olsun düşmemiş kendisini Safiye Sultan
olarak inandırıcı ve o döneme ait bir karakter olarak görmüyor / görmekte
zorluk çekiyor. Bu da dizinin inandırıcılığını ister istemez zedeliyor. Reytinglere
ciddi bir etkisi oluyor mu bilmiyorum ama yine de bu durumu göz ardı etmemekte ve yapılması gereken bir düzenleme varsa zaman kaybetmeden yapmakta fayda var.
Bizimle değilsin cınııım...
5. Ve gelelim yeni dizinin en ama en sorunlu kısmına.
İnanmayacaksınız ve belki çoğu seyirci bilinçli olarak bunun farkında bile
değil ama Kösem’e bir dizi olarak en büyük zararı ne senaryosu, ne
oyunculukları, ne kurgusu, ne temposu değil, müzikleri veriyor. Müzikleriyle
marka olup efsaneleşmiş bir dizinin devamına en büyük zararı evet, müzikleri
veriyor bu sefer. Ne kadar acı… Muhteşem Yüzyıl Kösem, ilk bölümünden beri ilk
dizinin müziklerine haddinden çok fazla bel bağlıyor. Aslında yeni dizi için
bestelenmiş bir çok yeni beste var ama bırakın bu müzikleri yeteri kadar etkili
kullanmayı, jenerik müziği hariç hiç kullanmıyor olması gereken ilk dizinin
müziklerini o kadar çok ve zaman zaman o kadar alâkasız sahnelerde kullanıyor
ki seyirci ister istemez ekranda izlediği şey ile zihninde oluşan imgelerin
yarattığı algısal kopukluğun içine düşerek yeni diziden kopuyor, eski diziye
gidiyor. Gözler Anastasia’yı ve Ahmet’i görüyor ama zihin Süleyman ve Hürrem’i
izletiyor. Yapım şirketi yeni dizinin tamamen kendisi için bestelenmiş yeni
müzikler eşliğinde kendisini ve hikayesini tanımlamasına, o hikayenin yeni anlatım
tonunu tutturmasına, dizinin kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmesine izin
vermiyor. Sanki “biz yeni dizi için bestelenen yeni müziklere yeteri kadar
güvenemiyoruz, bu nedenle ilk fırsatta ilk dizinin müziklerine saldırıyoruz”
dercesine çok sık aralıklarla ilk dizinin, üstelik de en efsanevi sahneleriyle
özdeşleşmiş en ikonik müziklerini fütursuzca kullanarak seyirciyi durduk yerde
Kösem’in dünyasından ve hikayesinden koparıp Süleyman ve Hürrem’in hikayesine
ışınlıyorlar.
Örneğin Anastasia’nın haremdeki bir olayla ilgili ayaküstü
sorgulandığı çok basit ve hiçbir özelliği olmayan bir sorgu sual sahnesinde
fonda Hürrem’in ve Süleyman’ın öldükleri sahnelerde, hatta ilk dizinin final
sahnesinde çalan o son derece görkemli, iddialı beste çalmaya başlıyor. Seyirci
Kösem’i ve onun sorgusunu tamamen unutup Hürrem’in ölüm sahnesine ya da
Süleyman’ın öldükten sonra gün batımına doğru yürüyüşüne ışınlanıyor. En küçük
ve önemsiz sahnelerde bile ilk dizinin en ikonik müzikleri kullanılıyor. Seyirci
düzenli aralıklarla yeni diziden kopartılıyor. İster istemez bu da seyircide
bir “olmamışlık” hissiyatı oluşturuyor. Hem de dediğim gibi, tahminen seyirci bunun pek
farkında bile olmadan, bilinç dışı bir şekilde oluyor bu. Yeni dizinin müzikleri kullanılacağı zaman da mümkün
mertebe en iddialı olanlar kullanılmaya çalışılıyor. Hemen her sahnede çok
büyük bir iddia, çok büyük bir olay yaşanıyormuş atmosferi yaratılıyor. Safiye
Sultan’la Sultan Ahmet sarayın koridorunda karşılaşınca sanki meydan savaşına
gidiliyormuş gibi bir korku filmi bestesi duyuluyor, Hürrem’le Süleyman’ın ölüm
müziği zaten olur olmaz her sahnede bir yerlerden mutlaka duyuluyor. Devamlı bir aşırı
iddia, devamlı bir “çok büyük ve iddialı diziyiz biz” algısı oluşturmaya
çalışma durumu var. Seyircinin üstüne üstüne geliyor ve dahası bir yerden sonra
komikleşmeye başlıyor. Evet, tabii ki çok büyük yatırım yapılmış iddialı ve büyük bir dizi ama unutmamak lazım ki bu kadar fazla iddia hem diziyi hem seyirciyi şişirir, haddinden fazla şişen şey de patlar maalesef.

Sünnet oldum kâr etmedi, halvete girdim kâr etmedi, soyunup her yerimi gösterdim yine kâr etmedi...Napsak da şu dizinin reytinglerini zirveye çıkarsak yav??
Üstelik yeni bestelerin bazıları gerçekten orkestrasyon
olarak çok çok iyiyken, romantik sahnelerde kullanılan bir çok beste ise Muhteşem
Yüzyıl gibi gösterişli ve iddialı bir diziden çok Çalıkuşu gibi, Kaderimin
Yazıldığı Gün gibi çok daha basit ve biraz da “arabesk” pembe dizilerin müzikleri
gibi tınlıyor. Yani yeni dizinin yeni müziklerinin tonları da bir türlü birbirini
tutmuyor. Ya çok klaslar ya çok arabesk...Seyirci müziksel bağlamda birbirini tamamlayamayan besteler arasında oradan
oraya savrulup duruyor. Aytekin Ataş yeteneğinden şüphe etmeyeceğimiz bir besteci
ama Kösem’de bir şeylerin formülünün tutmadığı, bir şeylerin “olmadığı” kesin.
En kesin olan şey ise ilk dizinin o diziyle ikonlaşmış bestelerinin
kullanılmaktan artık derhal vazgeçilmesi ve yeni dizinin yalnızca kendisine ait
yeni müzikleriyle yeni bir dizi olarak kendi başına varolmasına izin verilmesi gerektiği. Muhteşem Yüzyıl'ın bir yıl aradan sonra gösterime sokulmuş 5. sezonu gibi görünmesine engel olunmalı.

İsyeeeeaaannnnn...
Oldukça uzun bir yazı oldu ama dediğim gibi iki nahoş
reyting sonucundan sonra yol yakınken yazılması gereken şeylerdi bunlar. Zira
bu durum Muhteşem Yüzyıl gibi kudretinden sual olunmayacak bir yapım için “beklenmeyen
bir durum” olmaktan ziyade bir “prestij” sorunu olmaya dönüşmek üzere.
Hollywood filmlerinde bir gelenektir : Devam filmleri çok nadir örnekler haricinde
asla ilk filmin başarısını yakalayıp onun yerini tutamazlar. Ancak ikinci
filmlerin yarattığı hayal kırıklığı ve beklenmedik düşüşleri düzeltmek için bir
üçüncü film seçeneği her zaman vardır. Muhteşem Yüzyıl Kösem ise varoluşu
reytinglerine göbeğinden bağlı, o bağın kopmasına bir kere izin verirse bir
üçüncüsü asla gelmeyecek olan bir televizyon dizisi. Üstelik işin ucunda
ilk diziyle yakalanan prestiji olduğu gibi kaybetme riski de var. Umarız gerekli
düzenlemeler ve hamleler en kısa zamanda yapılır ve dizi olması gereken noktaya
getirilir de, biz de bundan sonraki her yazımızda reytinglerdeki hayal
kırıklığının sebeplerini değil, bölümlerin ve oyunculukların kudretini yazıp
çizeriz.