Anastasia’nın içinde, Ahmet’in eliyle, kalbiyle filizlendirdiği aşksa; hem çok taze, hem çok tatlı. Ahmed, Anasatasia’nın resmindeki suretine aşık olarak ailesinden koparılmasına sebep olmuş olsa da, Anastasia Ahmed’in de kendisi kadar tutsak olduğunu keşfetti o sarayda. Ahmed’e geçen hafta çok kızdım ama, yüreğim biraz soğudu bu hafta. “Ben hünkârım, ben padişahım” diyerek boyun eğmemeye gayret ediyor. Tahta çıkınca ölüm korkusu bitecek sanmıştı, bitmedi, cepheleri çoğalarak korkularını fazlalaştırıyor. Ah be Ahmed’im bir bitmedi derdin. Hayır, sipahilere paralarını veremeyerek kaybettiğin itibarını, İskender'le talim ederek kazanayım dedin, o da bir aslan kesildi, yenildin. Üstüne bir de yenilince çocuğu tokatladın. İnsan yiğitliğe leke sürdürmemek için "aferin, seni ne güzel eğitmişler, işte asker böyle olmalı" falan diye çevirir, hiç bilmiyorsun bu politiklik işlerini, hiiiiççç...
Ahmed'e yine Derviş'in eliyle paçayı kurtarmak düştü.
Muhteşem Yüzyıl Kösem’de, ilk seriden farklı olarak, harem entrikalarının yanı sıra askerler de ön planda tutuluyor. Yalnız beklediğim ihtişamı; yeniçerili, sipahili, isyanlı sahnelerde bir türlü bulamıyorum. Meselâ, Sultan Ahmed’in atıyla yeniçeri ocağına girmesi daha bir gösteriş istiyordu. Ya da yeniçeri ve sipahilerin katıldığı divanda, gözlerim daha fazla ihtişam aradı. Ahmed’in öyle bir karizmaya sahip olmamasından kaynaklı değil bu. Sanırım rejinin bu sahnelere bakışını çok sevmedim. Fazlasıyla uzun olan bölüm süresi nedeniyle, aradaki olayların uzun uzadıya kurgulanmasından kaynaklanıyor sanırım bu. İşin tekniğini bilemem ama bir izleyici olarak gözlerim gösteriş ve ihtişam arıyor bu tarz sahnelerde.
Geçen hafta Küçük Mustafa’nın yaşadıklarıyla yüreğimiz dağlanmıştı. Muhteşem Yüzyıl Kösem 3. bölümüyle bize, ne bu denli büyük bir dram, ne de sağlam bir aksiyon-entrika yaşatabildi. Açıkçası elimizde, ister istemez karşılaştırdığımız üç sezonluk bir ilk seri var. Adında da ihtişamı gerektiren “muhteşem” sıfatı geçince, insanın beklentisi yüksek oluyor. Bu bölümün sağlam iki hikâyesi vardı. Birincisi Safiye Sultan’ın eliyle bizzat körüklenmiş sipahilerin isyanı, ikincisi ise İskender’le Ahmed Han’ın karşılaşmaları. Ancak bu iki çatışma da ayrıntıların arasında uzun uzun anlatılanların arasında öyle küçük kaldı ki, bana da “ihtişamsız muhteşemlik” cümleleri kurmak kaldı. Buna rağmen beklentim sürüyor. İzleyicisi olmaya devam edeceğim.