Sırları olan insanlar asla huzurlu uyumazlar. Bir
bekleme salonunda sakince kitap açıp okuyamazlar. Huzur engin denizlerde yüzebilmektir.
Sırları olan insanlar ise bir kutu pekmez içinde kıvranır durur. Bir sırra
mahkum olacaksak, buna gerçekten değmeli. Onu bir saksı çiçeği gibi özenle
büyütebilmeliyiz ya da uçurumdan aşağı itebilmeliyiz. Ama asla arada kalma
lüksümüz yok. Çünkü hiçbir insan bu kadar acı çekmemeli.
Bir varmııış bir yokmuş, bir zamanlar ansızın ayıya dönüşen bir bohem prens yaşarmış...
Bu hafta sırların perdesine görünmez bir el dokundu.
O el perdeyi aralamakla kalmadı, bizi perdenin ardına davet etti. Ama genel
itibariyle bakarsak, bölüm benim için oldukça sıkıcı geçti. Sahneler yersiz
uzun, bakışmalar yoğun ve aksiyon oldukça düşüktü. Son beş bölümdür ''Asıl
şimdi başlıyoruz!'' diyen biri olarak bu durum içimi karartmıyor değil. Ama
asıl enseyi karartmayalım, gerisi kolay.
Lise ve üniversite binalarının yan yana olmasına bir
türlü ısınamadım. Gençlerin ortamını oluşturmak için kızları da üniversiteli
yapmak daha sağlıklı olabilirdi. Çünkü ne yaratılan okul dünyası ne de
figürasyon tatmin edici değil. Dizinin dram tarafı lise dokusuyla uyuşmuyor. Bunu
Selin'in üniversite binasına geçtiği sahnelerde çok daha net biçimde hissettim.
Saçlarım şekil önümden çekil Savaş!
Altı yaşındaki çocuklar bile oyunu terk eden
arkadaşlarına ''Neden?'' diye sorar. Ama işler Türk dramasına gelince, durumu
biliyorsunuz. Karakterlerimizden biri anlık bir hata yapar, öteki şak diye
kalemi kırar. Eh be kızım Nazlı, adam sevdiğini söyleyerek gidiyor farkında
mısın? Bi' dur soluklan, neler olduğunu düşün. Hemen gözlerin parlayarak
fotoğrafları yakmak nedir? Selin'in Nazlı'yı gazlaması nükleerden daha
tehlikeli olabiliyor bazen.