Merhabalar. Bir Poyraz Karayel bölüm yazısıyla daha
karşınızdayım. Geçen bölümün tersi olarak yaklaşık ilk bir buçuk saati (höh)
durağan (halbuki en aksiyonlu kısımlar oralardı) geçen, sonrasında kendine
gelip keyif veren ve yine son sahne golünü atıp bir haftalık yeni bekleyişle
bizleri baş başa bırakan bir bölümü geride bıraktık. Ayşegül’ü bir şekilde
kurtaracaklarını (ama kurtulana kadar içim şişti ne yalan söyleyeyim)
biliyorduk, Sadreddin’in Poyraz’ı plan dahilinde vuracağını da. Oralarda bir
sürpriz olmadı yani. Asıl beklemediğimiz olay, bu yazıya da adını veren durum,
yani yıllarca babasının mafya olaylarından tiksinmiş olan Ayşegül’ün de sonunda
elini kana bulaması oldu. ‘Şu boylarda, şu göbeklerde’ bi’ adam olan Ufuk’un
Ayşegül’ün tornavida ve plastik haydar
(Ayşegül o odunu Mudo’da indirimden mi almış?) ataklarını atlatıp iki kurşunu yedikten
sonra hayata tutunma başarısına da şapka çıkarıyorum. Lakin sesini her
duyduğumda Spongebob Squarepants’i hatırlamaktan kendimi alamadığım Murat
Prosçiler Ufuk Kantar rolüyle fena bir performans göstermemiş olsa da, Engin
Benli’nin Zafer Biryol’la çizdiği şahane psikopat kompozisyonunu hâlâ aradığımı
söylemem lazım.
Eline silahın hiç yakışmadığını gördüğümüz Ayşegül, Ufuk’un
uzun uzun anlattığı hikayeyle Onur’un acısını tekrar ve belki daha derinden
yaşayıp intikam hissine gark olsa da, sonradan Hipokrat’a ettiği yemini
hatırlayıp herifi kurtarmaya çabaladı. Keşke nabzı atan adama kalp masajı
yapacak kadar şaşırmasaydı ama olsun. Bütün o bitmek bilmeyen ‘Ayşegül nasıl
kurtulur?’ sahneleri arasında en etkilendiğim şeyler; Onur’un ölümünün
arkasında da Adil Topal’ın olduğunu öğrenen (hem de Ayşegül’ün ağzından :/)
Poyraz’ın gözlerindeki çaresizlik, bir de Pulp Fiction’daki divine intervention
sahnesinin Sefer-Zülfikâr uyarlamasıydı. Bu ikincisi biraz abzürt olmadı desek
yalan olur ama bakışlar, uyum, zamanlama filan çok estetikti o yüzden çok şeetmiyorum.
Derhal bırakıyorsun o psikoloğu!
Babasını en münasebetsiz zamanlarda aramasıyla ünlü olan
Sinan yine kendisinden bekleneni verdi ve operasyonun en kritik anında Poyraz’ı
arayıp ‘yea ama annem çok kötü, anlamıyorsun’ minvalinde şikayetlerde bulundu.
Hadi ona eyvallah da “Nefret ediyorum senden!” şımarıklığı hiç oldu mu Sinancım
Karayel? Neyse ki başarısız psikoloğunun faydadan çok zarar verdiğini
gördüğümüz Begüm uzun zaman sonra Poyraz’la çekişip canına kıymaya karar
verdiğinde, tutunacak dalının yine Sinan olduğunu gördük. Depresyon ciddi bir
rahatsızlık ama Begüm artık silkinip kendine gelmeli. Bir insanın varoluşunu
sadece başka insan(lar) üzerinden tanımlaması benim aklımın almadığı bir şey.
Sevilmek önemli olabilir ama dünyanın sonu da değil. Üstelik hiç sevilmemiş de
değilsin, ilgilenmen gereken bir çocuğun da var. Hayatına Poyraz’sız devam
etmenin gerektiğini kabullenmen lazım bir şekilde. O kadar eğitimlisin, bir
şeyler yap, hadi paraya ihtiyacın yok birilerine yardımın dokunsun be kadın. Bu
kadar bomboş olabilir mi bir hayat? Begüm bak saati en az 100 dolareslik
terapiyi buradan amme hizmeti olarak veriyoruz, kıymetini bil, sabrımızı
taşırma. ^.^

Why oh why?
Bir de her daim kuyruğu dik tutmaya çabalayan Sema’ya
bakalım, kadının çilesi bitmedi, daha çekeceği arkada. Bölümün başında koca
koca adamları sıraya dizip tokatlayan hükümet gibi kadın Sema’nın doktordan
aldığı acı haberle ayakta duramayacak hale gelmesi vicdansızlık değil de nedir?
Zalımsın Ethem Özışık. Hayır gerçekten ‘neden o’ ve ‘neden şimdi?’ sorularını
ben de sormak istiyorum. Dafne ve Mete gibi süper gereksiz iki karakter kendine
yer bulsun diye mi? Bu karakterlere verilen süre ne kadar arttırılırsa
arttırılsın biz kendilerini benimseyemeyeceğiz maalesef. Hele Fırat Çelik çok
üzgünüm ama gerçekten hiçbir şekilde olmuyor, çok sırıtıyor. Diğer Çelik beni
oyunculuk anlamında çok rahatsız etmese de, canlandırdığı karakter idolümüz
Sema’ya buzdolabı filan şeklinde çirkin ithamlarda bulunup kendisinden
soğutmaya (ooo farkında olmadan söz sanatı) tam gaz devam edeceğinin
sinyallerini verdi zaten. Sema’ya dönersek, geçen hafta doktorla olan olayı ve
bu haftaki kötü haberin(hastalığının) ne olduğunu halen anlayabilmiş değiliz.
Ama durumun ciddi olduğu ve Sema, SefSe ve SefSeciler için yeni bir trajedinin
yolda olduğu aşikâr.

Çoraplarını sevdiklerim
Halbuki bu hafta istediğimiz kıvamda SefSe sahneleri
görebilmiştik nihayet. Zülfikâr’a düğüne kadar alkol yok diyen Sefer’in gömdüğü
biraları görmezden gelip bölüm içinde Sema-Ümran sahneleri kadar bile yer tutmayan
sahnelerle yetinmesini bilmiştik. Sema’nın yetimhane hikâyesine üzüldüğünü
gören Sefer’in hemen “Ben böyle sakallı falan doğdum herhalde.” diye espri
yapıp ortamı yumuşatmasındaki inceliği görüp alkışlamış, Sema’nın güzel
bakışlarını da takdir etmiştik. Düğünü erteleme lafı geçti ama o kısımda sorun
yok sanırım. Zaten düğünü erteleseniz bile nikahı kıyın canlar ne olacak yani.
Düğün dediğin kapitalist küresel sermayenin aşağılık bir oyunu zaten. Lakin
asıl mühim olan bundan sonra Sema’nın nasıl davranacağı. Kimselere belli
etmemeye çalışacak gibi duruyor şu an için. Ama Sefer’e nikâh masasında hayır
deme klişesine düşülmemeli en azından, gözünüzü seveyim.
Ayşegül’ün ‘o daha çocuk sayılırdı’ çırpınışları ve
Albayım’ın doksana takarak kurduğu “Ülkemiz çocuklarına iyi davranmıyor.” cümlesi Poyraz’ın “Babaların günahlarını
evlatları çekiyor.” ve Sefer’in “Ben hiç çocuk olmadım ki.” cümleleriyle birleşip
voltranı oluşturdu ve bizi hüzünlere saldı. Bu dizinin ana ekseninde yer alan
daddy issues zaten özellikle bu konuda hassas olanları vururken bir de bir sürü
‘zamanından önce büyümek zorunda kalan çocuk’ hikâyesine şahitlik ediyoruz. 23.
Bölüm bunun en somut örneklerinden birisiydi mesela ve bölüm sonrası yazdığım
bir entry’de belirttiğim gibi bu husus beni her şeyden daha çok etkiliyor
sanırım. Bu noktada dizide sevdiğim başka bir şeyden örnek vermem gerekirse;
Sefer’in kendini her daim abilik yaparken bulması bu haftaki konuşmasıyla
birleşince karakterin incelikli işlenmesi dediğimiz şeyi görüyoruz ya, o beni
çok mutlu ediyor işte.
Geçen yine Tayland'dayız...
“Ülkemiz çocuklarına iyi davranmıyor.” Bu cümlede takıldım
biraz. Zira siyasete girmek istemiyorum ama daha bugün YÖK’ü protesto eden bir
genç kızın polis tarafından merdivenlerde sürüklendiği görüntüleri izleyip
tekrar ürperdim. O sebeple Türkiye’nin en çok izlenen dizilerinden birisinde
böyle cümleler duymak, ne olursa olsun çok kıymetli gibi geliyor bana. Bu arada
siyasete girmeyelim diyorum ama Adil Topal her icraatiyle bana fena halde
birilerini hatırlatıyor. Neyse. Hâlâ beklenen etkiyi yaratamayan yeni kötümüzle
alakalı olarak, Adil Topal-İsmail Karayel arasında bir face/off olayının
gerçekleşmiş olduğu düşüncesine doğru kayıyorum iyiden iyiye. Bir de
belirtmeden geçemeyeceğim, Tayland’daki çekik gözlü tercümanın adeta bi'
Sultanbeyli’de, bi' Bayrampaşa’da ikâmet eder gibi Türkçe konuştuğunu duyunca
sesli güldüğüm doğrudur. ^.^
O göt gökten inecek Songül Hanım!
Bu bölümde Songül’e Ufuk’tan daha çok sinir olduğumu
söylesem ne dersiniz? Sadreddin artık kendisiyle uğraşmaktan bunalmış vaziyette
saldım çayıra modunda takıldığından Songül’ün sebebini çözemediğimiz şekilde
kalkan götünü indirmek Bahri Baba’ya düştü. Ne de güzel olmadı mı? Bahri Baba
güzel hareketlerinesonunda bitirilen tıp
merkezine Onur Umman ismini veren Despina’ya el emeği göz nuru haçlı bir kolye
hediye ederek (burada da gündeme dair birkaç kelam edesim vardı ama vazgeçtim) ve
Ufuk’u kendi kendine verdiği sözü tutup kendi elleriyle boğazlayarak (öldü di
mi bu sefer, kesin bilgi?) devam etti.
3A sınıfından Poyraz arkadaşımız Ayşegül'ü ne kadar sevdiğini gösteriyor.
Sadece Sefer ve Sema değil, Ayşegül-Poyraz ve
Meltem-Zülfikâr da tam olması gerektiği gibiydiler bu bölüm. Diyaloglarını ve
beraber zaman geçirmelerini çok sevdim. Lakin Meltem’in “Kaşlar lens mi?” sorusunun
fazla acımasız olduğunu düşünüyorum. Ne var la adamın kaşlarında? Orijinal kaş
modelleri görmek istersen seni Anadolumuzun içlerine doğru alalım. Ayrıca
Zülfikâr kaşlar ve Beşiktaş konularında hassas. Lütfen biraz özen gösterelim.
Zülfikârcığım Beşiktaş neden takım değil kulüptür diye açıklarken parmaklarının
aldığı şekil de gözlerimizden kaçmadı. Helâl olsun birader.
Centilmenlik diz boyu.
Burada bölümdeki iki şık hareketi de anmadan geçemeyeceğim.
İlki Poyraz-Sinan ve Bahri-Ayşegül konuşmalarının bir arada verilmesi ve birbirini
tamamlaması, diğeri de Despina Bahri’nin centilmenliğinden, iyiliğinden
bahsederken Bahri’nin Ufuk’u tahtalıköye yolladıktan sonra aşk ettiği tokatın
senkronizasyonundaki tezat ama ahenkli vaziyet. Çok hoştu gerçekten.
Ne kadar da güzel anlaşamıyorsunuz siz öyle?
Bölümü Ufuk’un giderayak Poyraz’la ilgili Bahri’ye verdiği bilgiler, Bahri’nin hastaneden
çıkışta farkında olmasa da sonunda karşılaştığı Adil Topal’a attığı bakış ve
Poyraz’ın tatil hayalleri kuran Ayşegül’ün lokmalarını boğazına dizen “Adil
Topal benim babam!” itirafıyla zirvede bıraktık
diyebiliriz. Poyraz’ın bu kez gerçekleri fazla saklayamayacağı belliydi ama bu
derece hızlı açıkladığı için kendisini tebrik etmek düşüyor bize.
Ada ben ayrılmak istiyorum, şey pardon, Adil Topal benim babam!
Bakalım önümüzdeki bölümlerde “Kavuşamaz aşıklarımız.”
şiirini okumaya devam mı edeceğiz yoksa aşk tüm engellere rağmen enginlere sığmayıp taşacak mı?
Sevgiler.