28. bölümü ile Diriliş’i
dün akşam da hanelerimize konuk ettik. Dizi, geçtiğimiz hafta tüm gruplarda
birinci olarak sezona gümbür gümbür bir giriş yaptı. Siz bu satırları okurken
muhtemelen günün reytingleri açıklanmış olacak. Diliyorum aynı muştulu haberi
bugün de alalım.
Ben böyle “diliyorum iyi olsun, güzel olsun, birinci
olsun” gibi gibi cümleler kurunca e-posta kutuma zaman zaman mektuplar düşüyor,
“yanlı davranıyorum” mealinde. İçimden hep aynı şarkı geçiyor bunu duyunca:
“Gel tanışalım önce..”.
Adına zaaf mı dersiniz, huy mu bilmem. Sevdiğim
hiçbir şeye kıyamamak gibi bir özelliğim var. Sevdiğim şehre, sevdiğim
insanlara, sevdiğim bir hikâyeye.. hem sahiplenir hem de kıyamam bir o kadar.
Özel hayatı bir kenara koyarsak bu işi yaparken bunun zararını görüyor muyum?
Bence hayır. Çünkü ben yola zaten “sevdiğim bir işi yorumlamak” maksadıyla
çıktım. Bugüne dek yorumunu yaptığım her hikâyede de aynı kâideyi esas aldım. Hoşlanmadığım
bir işi seçip “Burası şöyle kötü, bu da böyle yanlış” diye bıdı bıdı konuşup ne
kendime ne size ne de emekçilere haksızlık etmek istemem. Beni içine alan ve
fikrime, gönlüme hitab eden bir hikâyeyle yola çıkar, o hikâyenin bana
hissettirdiklerini kâğıda döker, yanlış ya da eksik gördüğüm noktaları da usûlünce
izah etmeye çalışırım. Diriliş de
benim hem ruhuma hem gönlüme iyi gelen bir yapım. Elbette böyle sahiplendiğim
ve bana iyi hissettiren bir işin birinci olması adına iyi dileklerde bulunacağım.
Bu benim en doğal hakkım diye düşünüyorum. Bu burada dursun.
Devam edelim.
Dün akşam sosyal medyada “bugünkü yazının başlığını
#BoyunEğmeyeceğiz etiketine gelen yorumlardan seçeceğimi” iletmiştim. Nuray
Durmuş adlı kullanıcının tweetlediği, merhum şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’un “Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak” adlı
şiirinin bu mısraını seçtim. Şiiri bilmeyenler varsa mutlaka okumalarını
tavsiye ederim.
Gelelim 28. bölüme..
Her hafta kılıcıyla düşmanı alt ettiğine tanıklık
ettiğimiz Ertuğrul Bey, Moğol’a esir düşünce dilini kılıç eyleyip cengine devam
etti. Âdetâ bir sevgi kelebeği (!) olan biricik Moğol komutanımız Noyan o kadar
iyi niyetli bir biçimde yaklaştı ki Ertuğrul’a. Tek isteği onunla dost olmaktı.
Biat eden bir dost olsun istiyordu Ertuğrul. Fakat dili kılıcından keskin
Ertuğrul Bey, “Siz bana dost değil, düşman bile olamazsınız” diyerek Noyan’a
ilk darbesini indirdi. Devam eden her diyalog Ertuğrul’un kaya gibi ağır
sözleriyle bitti. O her had bildirdiğinde şahâdet parmağı göğe yükselmiş,
tekbir çeken bir insan ordusu dolaşıyordu kafamın içinde. Sözlerin seyirci
üzerindeki tesirini sanırım ifade edebildim. Hele Noyan’ın Sungur Tekin’le
ilgili ortaya attığı iddia sadece Ertuğrul’u değil hepimizi şaşırttı. Ertuğrul’un
canını, eline çakılan o çividen çok Noyan’ın aşağılık sözleri acıtıyordu
muhtemelen. Öylece eli kolu bağlı esir edilmek bir Türk’ün başına gelebilecek
en zor durumdur takdir edersiniz. Öyle olmasa idi şâir “Hangi çılgın bana
zincir vuracakmış, şaşarım!” diye haykırır mıydı
İstiklâl Marşı’nda?
Yaktığın ateşi söndüremedim;
sen hâlâ çılgınsın, hâlâ vicdansız..
Ertuğrul’a zincir vuran çılgın Noyan da
yaptıklarının bedelini misliyle ödeyecek, buna eminiz. Şimdilik artistik Şaman
pozlarıyla ortalıkta gerine gerine dolaşan Moğol ordusunun, bir avuç Türkmen
alpinin önünde dize geleceği günü el ovuşturarak bekliyorum. Ama öte yandan
Moğolların sahneye çıktığı her karede de görsel bir şölen yaşadığımı söylemeden
geçemeyeceğim. Mesela durduk yere vicir vicir bağırmaya başlayan Moğol
askerlerini çok enteresan buluyorum. Dikkatim dağılmışsa, o sesleri duyduğum an
ekrana mıhlanıyor gözlerim. Moğollar her anlamda hikâyeye zenginlik kattı. Bu
konuda hemen herkesle hemfikiriz sanırım.
Ertuğrul Bey bir başına dev Moğol ordusuna
direnirken öte yandan Dodurga’da Ertuğrul Bey’in şehit olduğuna dâir şüpheler
kesinlik kazandı. Kayı’nın bütün fertleri perişan.. En çok da Halime Hatun
tabii.. Doğmamış çocuğunun sevincini yaşayamadan gönlünün sultanını yitirmiş
olmanın acısıyla kahroldu. Her mevsime bir acı sığdırdı Halime Hatun. Halime Hatun
olmak, bir cihan devletine ana olmak, dikenli yollardan acı içinde yürüyüp yine
de dimdik durmak demek belki de. Aynı durum Hayme Ana için de söz konusu. Hatta
belki daha fazlası.. Bunun ispatı Hayme Ana’nın Deli Demir’e “Bu millet var
olsun da, varsın biz acı çekelim” deyişinde saklı.
Her şehirde bir Hayme Ana olsa bu memleketin sırtı yere gelmez.
İşte Türk devlet geleneğinin temelinde bu anlayış
yatıyor. Bir avuç Kayı aşiretinden bir cihan devleti olmaya giden yol bu asil
zihniyetten geçiyor. Devletini, milletini, bayrağını şahsi menfaat ve
çıkarlarından önde tutmak, söz konusu vatan ise gerisini teferruat saymak onca
düşmanın işbirliğine rağmen bizi dimdik ayakta tutuyor. Elhak tutacak da.
Temeli bu îman ve anlayışın üzerine kurulmuş bir devleti ne üç beş ayak
oyunuyla ne de devasa projelerle parçalamak kimsenin nasibi olmayacak. Ekranda seyrettiğimiz
uydurma bir karakter değil. Etiyle kemiğiyle bir Hayme Ana geçti bu
topraklardan. Anadolu’yu bize yurt yapan evlatlar doğurdu. Şimdi dizi bitip
televizyonu kapattığınızda Hayme Ana da yok oldu mu sanıyorsunuz sahi? Öyle ise
feci halde yanılıyorsunuz.
Bu bölümün kalbimi fetheden sahnesi İbnü’l Arabi
imzalı. Mânevî âlemde Ertuğrul Bey’e bir müjde gibi Fil Sûresi’nin öyküsünü
anlatması şahane idi. Ebabil kuşları, Ebrehe’nin devasa fillerini alt etmişti
bir zaman. Çünkü güçlü ve büyük olan değil Allah kimin yanında ise o
kazanıyordu. Allah kimi dilerse o.. Bundan zerrece şüphesi olana bir Fil Sûresi
var işte apaçık. Allah dilerse ebabilleri fillere galip getirir. Ve biz buna
kayıtsız şartsız îman ederiz.
Dodurga’daki ilk toya bakalım bir de..