Siyah Şapkalar, Beyaz Şapkalar

Daha ilk haberi düştüğünde izlemeye karar vermiştim. Konusu gerçekten ilgi çekiciydi. 1940’lar Amerika'sında suç dünyası... Hani adamı öldürmek için tek kurşunun pek de yeterli olmadığı yıllar. Fakat izleme sebebim bu değildi. Benim sebebim, dizinin altındaki Frank Darabont imzasıydı.

Onu tanımayanlar için çok kısa bir özet geçeyim. IMDb top 100’ün zirvesindeki Esaretin Bedeli filminin hem yazarı hem yönetmeni. Aynı zamanda Yeşil Yol’u da yazdı ve The Walking Dead’in hemen her şeyi diyebilirim. Nitekim diziden ayrıldığında yapım ciddi bocaladı. Dördüncü sezonun ikinci yarısında etkisini yeniden göreceksiniz. Neyse, konumuz Mob City...

Dizinin başına büyük bir iştahla oturdum. Suç dünyasını pek çok seyirci gibi ben de çok severim. Üstelik dizinin toplamda 6 hafta sürecek olmasına rağmen çift bölümler halinde yayınlanması bir haz geciktirici olarak bende çok keyifli anlara sebep oldu.

Sahne 1925 New York’da açıldı. Sokaklar ıslak, belli ki hava soğuk. Soğuk havaları hep sevmişimdir zaten. İçki yasağının ve dolayısıyla kaçakçılığının olduğu yıllar. Üç kemancı iki kamyonluk bir içki sevkıyatıyla karşılaşıyorlar. Sonrasında güzel bir fikirle o dönemin ruhuna uygun bir çatışma sahnesi yaşanıyor. Bizim kemancılar aynı zamanda tetiği olan aletleri de iyi çalıyorlarmış. Bütün bu gösteride 1940’lar suç dünyasının liderlerinin geçmişini gördük ve tanıdık. Bugsy Siegel, Meyer Lansky ve Sid Rothman. Sid Rothman’ı karakterini canlandıran isim Robert Knepper. Nam-ı Diğer T-Bag... Sonunda doğru bir iş bulmuş. Üstelik yine sayko rolünde.“İşte kahramanlarımız bunlar!” Dedim kendi kendime.

Bir Shane gördüm sanki...

Sonra 1945 Los Angeles’e geçtik. Melekler şehri çok sıcak olduğu için biraz mızmızlanmadım değil. Fakat dönemi gözlemlemek ve etkili girişin devamında artan yüksek beklentiyi karşılamak amacıyla tabii ki devam ettim. Bir gece kulübündeyiz. Masada oturan adam The Walking Dead’in Shane’i, Jon Bernthal. Dizideki adı ise Joe Teague. Yine polis rolünde ama bu sefer etrafta zombiler yok. Darabont bu adamı seviyor olmalı. Sonradan savaş kahramanı olduğunu anladığımız dedektifimiz gece kulübünde akıllı uslu içerken yanına bir adam geliyor. Devrin ünlü komedyenlerindenmiş. Ben o dönem tek komedyenin başkan Truman olduğunu sanıyordum ki o da aslında komik değildi. Neyse yine konudan uzaklaştık.

Komedyenimizin elinde ortaya çıkarsa şehrin en büyük mafya babalarını zora sokacak bir şey varmış. Yukarıda bahsettiğim üçlüyü kastediyor Sid, Bugsy ve Meyer. Dedektifimizden istediği şey ise mafyayla para karşılığı  değiş-tokuş sırasında arkasında durup onu koruması. Eyvah! Shane yine pis işlere mi kalkışacak... Neyse ki düşüneceğini söylemekle yetindi.

Dedektifimiz, komedyeni polis kayıtlarından araştırmaya kalkarken amirine yakalanıyor ve bir operasyon yürütecekmiş gibi tüm yaşananları anlatıyor. O günlerde LAPD zor durumda. Yolsuzluk, rüşvet, yüksek suç oranı almış başını yürümüş. Birimin acil bir zafere ihtiyacı var ve olayın ortasına atlıyorlar. Joe, Komedyene işi yapacağını söylüyor. Komedyenimiz mutlu tabii... Parayı aldıktan sonra eşiyle ortadan toz olma planları kuruyor.

Bundan sonrasında yaşananlar keyifli anlar. O anları siz izleyenlere veya izleyecek olanlara bırakıyorum ve sonucuna geliyorum. Değiş tokuş yapılıyor ama kötü adam gittikten sonra dedektifimiz komedyeni vuruyor. Öldüğünden emin olunca da aydınlatma fişeğini ateşliyor. Shane yine karşısındakine acımadı.


Şehir onlarla artık daha güvende (mi?)

Dedektif Joe ‘Shane’ Teague polisleri istediği yönde yanılttıktan sonra yine bara dönüyor. “parayı buldu içecek tabii” diye düşünürken yan tarafına çok şık bir adam oturuyor. Bu arada şık dediysem de siz beklentilerinizi fazla yükseltmeyin. Zira 1940'lar kravat desenleri yönünden berbat bir dönemmiş. Bir de üstüne o kravatın boyunu iyice kısaltmışlar ki herhangi bir erkeğin o şekilde şık olması eşyanın tabiatına aykırı.

Yanına oturan adam belli ki mafyadan. Dedektifimiz parayı ona veriyor. Mafyöz adamımız paranın onda kalması gerektiğini söylese de dedektifimiz kabul etmiyor. Çünkü o satılık değil! Peki neden işledi bu cinayeti? Bir iyilik? Yok öyle bir şey. O zamana kadar dizinin pek de gerekli olmayan bir anlatıcısı var ki onun dedektifimiz olduğunu anlıyoruz, “aşk için” diyor.

Yoksa dedektifimiz komedyenin karısına mı aşık? Ama ne alakaları olabilir ki? Hem yine milletin karısına mı göz diktin sen Shane! Ekran açılıp kapanıyor. Yani birinci bölüm bitmiş. İki güzel hareket gördük ama hala hikaye oturmadı. İkinci bölümü bunun için eklediklerini düşünüyorum.

Şimdiye kadar anladığımız şu: İki kutup var. Birincisi mafyözler ikincisi dedektifimiz ama bunlar hala bir çatışma yaşamadı. Ne dedektif ne de mafyözler şuana kadar özdeşleşebileceğimiz karakterler değiller.. Dedektifimizi bu haliyle sevebilir miyiz? İşte orası meçhul. Hikayenin başlarında “siyah şapkalar, beyaz şapkalar vardır. Ben gri şapkayım” demişti. Fifty Shades of Grey’e rağmen ne yazık ki gri hala pek sevilen bir renk değil. Shane'in işi zor...

Tam bir operasyon adamı. Suçluların korkulu rüyası.

İkinci bölüm bu sefer 1922 Los Angeles’inde başlıyor. Entourage hariç mekan için Los Angeles gibi sıcak yerlerin seçildiği dizilere pek sıcak bakmıyorum ama devam... Bu sefer genç bir kapıcının polis olmaya karar verme hikayesini izliyoruz. Sonradan anlaşılıyor ki o genç kapıcı bugün dedektifimize emir verebilen yüksek rütbelilerden biri. Yani dizi diyor ki “bu adam boş adam değil, buna da dikkat edin.” Hadi ona da eyvallah...

1945 Los Angeles'ine geri dönüyoruz. Suç dünyasının lideri olan Bugsy parasının geri çevrildiğini öğrenince bozuluyor. Sonuçta bu alemde nam, paradan önce gelir. Paranla nam kazanamazsın ama namınla çok paralar kazanabilirsin. Kazanmak doğru kelime mi bilmiyorum ama bunu burada tartışmayacağım. Aynı adamla parayı tekrar dedektifimize yolluyor. Burada duruyoruz ama bu paragrafı unutmayın. Devamı gelecek.

Komedyen ölünce tabii ki karısını sorguya alıyorlar. Aslında sorgu değil, bilgi alma toplantısı. Düşmanı var mıydı? Kim yapmıştır? Falan filan. Öncelikle eşi komedyenden çok daha karizmatik çıkıyor karşımıza. Duruşuyla, konuşmasıyla farklı biri. Hiç komedyenin yanına yakıştırılabilecek biri değil. Dedektifimiz sorgu odasına girmekte çekinceli ama girmek zorunda kalıyor ve en sonunda kadını sorgulaması için dedektifle onu sorgu odasında yalnız bırakıyorlar. Aynalı camın arkasındakiler hariç tabii... Dedektif tek kelime edemeden kadın onu kısaca sorguluyor ve zan altında olmadığı için çekip gidiyor.

Bu saatten sonra dedektifimizin kadına olan obsesyonunu izliyoruz. Takip etmeler, camının altında beklemeler falan... Bir de kadının bir otelin kasasına sakladığı bazı fotoğraf asılları var. Komedyenle mafyözlerin değiş-tokuşunda ne olduklarını tam anlamamıştım ama artık anladım. Kadında mafyözlere dair pek çok fotoğraf aslı var. Bu geleceğe yönelik şimdilik bırakılmış bir bomba. Bekleyip göreceğiz.

Bütün kötüler toplandık, toplandık, toplandık!

Tüm bu olaylardan bağımsız bir de T-Bag’in yani Sid’in iki kişinin daha işini bitirişine tanık oluyoruz. Adeta seyirciye “ikinci bölümün aksiyonu da bu işte” demişler. Adamları neden öldürdüğüne dair tek bir fikrimiz yok. O sebeple bir empati yapmamız imkansız.

Gelelim “bu paragrafı unutmayın” dediğim kısma. Bugsy parayı geri yollamıştı dedik. Dedektifimizle parayı alan adamı yine aynı yerde görüyoruz. Belli ki birbirlerini evvelden tanıyorlar. Beraber adalarda Japonlara karşı savaşmışlar. Kısa bir parayı alıp almama muhabbetinden sonra dedektifimiz cüzdanından bir resim çıkartıyor. Evet, komedyenin karısıyla kendi resmi. Dedektif üniformalı. Belli ki askere gitmeden önce çektirmişler. Parayı alan adam ona fotoğrafı yakmasını ve artık bunu unutmasını söylüyor. Çünkü onlara ‘eski eş’ demenin bir sebebi varmış. Dedektif fotoğrafı yakıyor ve dizimiz bitiyor.

Dizi bitince anladım ki suç birinci bölümün değilmiş. İkinci bölüm o kadar kötü ve boşmuş ki birinci bölümün hemen arkasından vererek arada kaynatmayı düşünmüşler. Üçüncü bölümle ilgili merak ettiğim tek bir şey yok. Özdeşleşebildiğim tek bir karakter de yok. Aslında açık açık “ben bu dizinin 6 bölüm recap’ini yazacağım ama siz izleyip vaktinizi harcamayın” demek isterdim ama onun yerine “izleyin ve bekleyin” demek istiyorum. Kötü bir başlangıç oldu. Bunu kabul ediyorum ama Frank Darabont etkisini göreceğimize inanıyorum. Ben inandım, siz de inanın.


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER