Geçen hafta bölüm sonunda şaşkınlığa uğradığımı yazmıştım
sizlere. Şahane giden bir bölüm sonunda ters köşe yapılacak diye ilmek ilmek
işlenen âşık oluş süreci çöpe mi atılacak demiştim. Ki bölüm sonunda herkes
“Aaa baştan belliydi bakın bunlar tanışıyorlarmış.” moduna giriverdi birden ama
ben yine onlardan değildim. Hiç içime sinmemişti, çok boşluk kalıyordu. Şimdi
ilk bakışı okuyanlar için tekrara düşmeyeyim, özetle boşluklara eyvallah etsek
bile birbirlerine vuruldukları ilk ânlar, tanışma sahneleri vs. o kadar güzeldi
ki minik minik adımlar ile tatlı tatlı ilerleyecekken oldubittiye gelecek diye
canım sıkılmıştı. Ümit Yaşar Oğuzcan diyor ya o güzel şiirinde, “aşk başlamadan
güzel”. İlk bakışmalar, kaçamak hâller, bi’ gitmeler gelmeler hani bilirsiniz;
bunlar ısındırıyor bizi karakterlerin sevgisine. Al böyle bir dünya kurduk gel
izle, demektense gel beraber bir yolculuğa çıkalım diyen tarzdan.
Bundan sebep bölüm başındaki ters köşenin ters köşesi
olayına aşırılı mutlu oldum. Deriiiin bir “Oh!..” çektim içimden. Dedim işte
şimdi rahat rahat izleyebilirim, hikâyelerinde hiçbir güzel ânı kaçırmadan
onlarla bu yolculuğa çıkabilirim. Yine mis gibi bir kavgayla açtık bölümü.
Tertemiz girdik. Akabinde olaylar ardı ardına patladı.

Ertan’ın ve Jovanka’nın ortak yarasına şahit olduk
tekrardan. Kendi kimlikleriyle yaşamalarına müsaade etmeyen aileleri. Ki bunu
sade baskıcı bir yerden de değil baya özgüven kırarak kalp kırarak yapmaları
asıl yaralayıcı olan kısım. Çünkü bir insan dış darbeyle kolay kolay yıkılmaz,
onu yıkan içten gelen darbedir, yani kendinden. Kendine olan güvenini, inancını
kaybeden bir insan neye dayanıp güç alabilir ki? Yıkılır. Neyse ki bizim
hikâyemizde karakterlerimiz yalnız değiller ve yaralarını saracak insanlar da
var çevrelerinde. Misal Daniel’ın kızına destek olduğu sahne öyle güzeldi ki. Önce
yüzünü güldürüp sonra da ona bir Türk tiyatrosunun seçme afişini vermesi. ^^ Ve
tabii akabinde Jovanka’yı incindiği yerden onarması, annesinin de bir zamanlar
onu desteklediğini ve ona değer verdiğini ona anlatması, Jovanka’nın kalbi
kırık kız çocuğu hâlinin annesi tarafından reddedilme korkusunu uçup götürmesi
içimi sıcacık yaptı.
Ertan’a geçmeden evvel Jovanka’nın ailesine dair konuşalım istiyorum
biraz. İlk bölümde Daniel ile Elena nasıl evlenmişler nasıl bir araya gelmişler
diye bir düşünmüştüm. Ama bu bölüm gördük ki sadece Daniel değil, Elena da
seviyor eşini. Elena’nın tüm ailenin yükünü ve tüm sorumluluğu üstlenmek
zorunda kaldığı, belki bundan sebep artık daha sert bir karaktere sahip
olduğunu zaten ilk bölümde de anlamıştık. Daniel gibi kafası rahat, sevecen,
eğlenceli tipte insanların zorlayıcı yönü sorumluluktan kaçabilme durumlarıdır.
Bu çiftte de yine öyle olmuş ve Daniel müzayede müzayede gezer, “antika
çocuklar” edinirken ailenin sorumluluğunu almak Elena’ya kalmış. Dediğim gibi
bu kısmı zaten anlamıştık.

Ama bu bölüm biraz daha derine indik ve herkese
karşı dimdik olan Elena’nın Daniel’a karşı gardını nasıl indirdiğini gördük.
Önce bölüm ortalarında normalde Daniel’a çok kızmasını, büyük tepki vermesini
gösterdiğimiz bir durumda nasıl sakin kaldığını ve uzatmadığını gördük. O her
şeyi kaybetme korkusu içindeyken Daniel antikalarından çocukları gibi
bahsediyordu ve Elena da anlıyordu bunu. Ne saçmalıyorsun demedi ona yahut
kırıcı bir söz de çıkmadı ağzından. Sonrasında her şeylerini kaybettikleri, bir
valizin üzerinde kendine karşı duyduğu hayal kırıklığıyla taş kestiği yerde
nihayet tüm zaman boyunca içinde tuttuklarını tamamen bırakıverdi Daniel’a.
“Her şeyi kurtarabilirim sandım ama kurtaramadım.” dedi. O kendini affedemezken
Daniel’ın onu olduğu gibi sarışını ve Elena’nın kendini bırakışını çok sevdim.
Hayata karşı ne kadar sert ve “güçlü” durursak duralım hepimizin günün sonunda
birine yaslanmaya ve mola vermeye ihtiyaç duymamız insanca. Elena’nın safi
despot, Daniel’ın da safi eşinin servetini yiyen boş gezer koca rolünde
kalmaması; onları gerçek bir yerden izleyebilmek çok değerli geliyor bana.
Karakterleri insani bir yerden izleyebilmek onlarla çok daha rahat özdeşim
kurabilmemizi sağlıyor ve bu da hikâyelerin ömrünü uzatıyor. Buradan harika
performansları için Hakan Boyav ve Suzan Akbelge’ye kocaman sevgiler.
Ertan’a döndüğümüz zaman, onu kalabalık çevresine rağmen çok
daha yalnız buluyorum. Ailede herkes birbirini sevse de “birbirini anlama ve
saygı gösterme” davranışını bir tek dedemizde görüyoruz. Ertan’ı o ailede
gerçekten dinleyen, sağlıklı iletişim kurabildiği tek kişi belki de dede.
Neriman oğlunu ne kadar çok sevse de bazen gerçekten onu duymuyormuş gibi
geliyor. Tatlı dille güler yüzle Ertan’a istediğini yaptırıyor, Ertan’ın ne
istiyor olduğunun pek ehemmiyeti olmuyor Neriman bir şeyi kafaya koyduğunda.
Misal bu Süleyman ile Ertan kavgasında açık ara bir şekilde Ertan haklıydı.
Süleyman’ın Ertan’ın radyosunu basması ve mikrofonu eline alarak onu herkese
rezil rüsva etmesi hâli hazırda kabul edilemez bir durumken hâlâ kendini
alacaklı durumda görmesini şaşkınlıkla karşılıyorum. Ve yine sokağın ortasında
milletin içinde Ertan’a söyledikleri ne kadar ağırdı. Ertan epey iyi sabretti.
Muhtemelen Neriman’ın oğlunun kaybettiğini zannettiği o vefa duygusuna sahip
olduğu, dayısını babası gibi gördüğü için bunca baskıya rağmen koskoca güçlü
kuvvetli genç delikanlı dayı azarından/dayağından korkuyor ve her durumda onun
tepkisinden çekiniyordu. Ama her insanın bir sınır noktası vardır. En sonunda o
da patladı işte.

Yine de tepkisini başka bir ifadeyle gösterse daha iyi
olurdu tabii ama Ertan’ın tek bir hatasıyla Süleyman’ın yaptığı onca şey nasıl
silinip gidiyor? Ertan annesinin konuşmasının etkisiyle kendi kırgınlığını
unuttu, çaba gösterdi kendini affettirdi. Süleyman da dedenin onu kendisiyle
yüzleştirmesi sonucu yaptığı şeyi anladı ama ondan pek bir hareket göremedik.
Karakter gelişimi zamanla olacağından birden özür dileyememesini
anlayabiliyorum ama en azından Neriman’ın ya da belki ablalardan birinin
ağzından Süleyman’ın da suçlu olduğunun söylenmesini isterdim. Çünkü aile olmak
kalben bir olmak demektir, hayatlarımız bir olamaz, her birimiz kendi yolumuzda
biricik ve özeliz. İşte tam da bu sebepten Ertan’ı kalabalık dünyasına rağmen
Jovanka’dan daha yalnız buluyorum. Bi’ arkadaşı Mustafa var yanında. Öteki
arkadaşı bir işe yaramıyor, dehlesek yeridir ama Mustafa yine iyi ki var. Ve
pek tabii artık Jovanka da olacak. Aile içerisinden tek bir kişi bile Ertan’a
“Sen de haklısın.” demez iken Jovanka dışarıdan bir göz olarak Ertan’ın
durumunu anladı ve köfteci önündeki sahnede resmen o ân ona yardımcı
olamamaktan duyduğu rahatsızlığı izledik. Birkaç adım atmak istedi, yaklaşmak
istedi ama oradaki varlığı Ertan’ı daha iyi bir konuma getirmeyecekti, durmak
zorunda kaldı. Ve Ertan dayısının yanından geçip uzaklaşırken Jovanka ile göz
göze geldiklerinde onun bu sahneye şahit olmasından duyduğu mahcubiyetin
yanında o kalabalığın içinde bir çift gözün anlayışlı dost bakışlarını da
görmüş oldu. Çünkü akşam konuştukları gibi Ertan’ın dayısı ne kadar
yakışıklıysa, Jovanka’nın annesi de o kadar güzeldi ve ikisi aynı yaradan “tanış”tılar.
Bu arada bu üstü kapalı ifadeyi de çok sevdiğimi belirtmeliyim. Yarayı açan
canından olunca insan başka türlü bir tarife yanaşmak istemiyor işte. Yine
güzel söylemek istiyor. Kendinizi onunla bir tutuyorsunuz, belki de bu yüzden
bu kadar yaralıyor.
Jovanka’nın annesine haykıramadıklarını sahnede oynadığı
karakterin ardına gizlenerek haykırdığı sahne de öyle güzeldi ki. Eleni’nin onu
perdenin gerisinden izlemesi, gözlerinden süzülen bir damla yaş ve akabinde
Jovanka’ya yaktığı mavi çiçekli elbiseden alması beni çok etkiledi. Jovanka en
çok maviyi ve çiçekli elbiseleri severdi, Eleni’nin çizdiği Jovanka profili ise
bambaşkaydı. Eleni tek bir elbiseyle Jovanka’ya “kabullenilme” hissini yeniden
yaşattı. Çok değerli bir sahneydi.

Bölüme yine genel bir bakacak olursak, Ertan’ın ablası
Gülsüm’ün yazılım ya da bilgisayar mühendisi olarak tasarlanmış olmasını ve onu
oyun tasarlarken görmemizi çok sevdim. Belki tekrara düşüyorum ama yine çok
değerli bir mesajdı bana göre. Çoğu izleyici onu ev hanımı olarak düşünürken
bambaşka bir karakter çıktı. Güzel bir ters köşeydi ♥ Bunun
haricinde Sarp Öztürk’ün enişte rolünde gerçekten harikalar yarattığını da
belirtmek isterim, o enişteyi elime verseler bir kaşık suda boğabilirim, öyle
bir gerçekçilik.^^ Jovanka’nın psikopat aşığı Pavel fragmanda ilk gördüğümde
“Gerek var mıydı buna?” hissi vermişti ama bölümde Kaan Turgut’la birlikte onu
da izlemeyi sevdim. Gelecek bölümler adına bize güzel kapılar açacaktır.
Jovanka’nın polise ulaşamaması, Ertan’ın sıfır silahla kolayca oraya gelmesi ve
akabinde gelişen tesadüfi olaylar gerçekçiliği biraz zorluyordu ama komedi
yaratılmış olduğu için kurgu deyip geçmeye okeyim.^^
Son olarak dizideki müziklerin yanında yerel ağız
kullanımının da oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim. Kadrodaki tek bir isimde
bile yapay durmuyor bu ağız, sanki herkes doğma büyüme Üsküplüdür. Özellikle
Ertan’ı canlandıran Emre Bey’in konuşma şekli bizim ev halkından da epey takdir
aldı ve İstanbul doğumlu olduğunu söylememe rağmen ısrarla mutlaka bir
bağlantısının olması gerektiğini iddia ettiler. Yoğun baskı sonucu tekrar
baktığımda gördüm ki eğer internette yazılan bilgi doğruysa Emre Bey aslen
Arnavut göçmeni bir aileden geliyormuş. Tabii bizimkilerden hemen “Ben dedim
bak!” nidaları yükseldi.^^ Eğer kültürel bağları hâlen korunuyorsa muhtemelen bu
yerel ağız kullanımındaki başarısında etkisi vardır bu durumun ama ben yine de
burada oyuncunun da başarısı olduğuna inanıyorum. Çünkü diğer işlerinde
İstanbul Türkçesini gayet güzel konuştuğunu gördük. Belki dizideki Ertan gibi o
da aile yanında özüne dönüyor, büyük şehirde ise nereli olduğu anlaşılmıyordur.^^ Memleketini kalbinde taşıyanlar bilir ki ne zaman memleketimize gitsek memleketlilerimizle
iletişime başladığımız ilk dakikalarda hemen özümüze döneriz, öyle ki şehirden
bir tanıdığımız gelse görse bizi şaşkınlığa uğrar. Başkası gibi olmak için
yıllarınızı harcarken kendinize dönmeniz birkaç dakikanı alıyor işte. Derin
mevzuya girdik, gözler buğulandı buğulanacak, yazıyı bitiremiyorum, beni kurtarın!..
^^

Uzunun kısası, bu haftaki bölüm de “İyi ki!” dedirtti. Geçen
bölüm sonda kırılan kalbim iyileşiverdi.^^ Gerçekten iyi ki başta tanıyorlar
şeklinde işlenmedi, tekrara düşüyorum ama gerçekten öyle yapılsa elimizdeki çok
güzel hikâye potansiyelini çöpe atmış olurduk. Geride kalan yine bir aile işi
olurdu, belki yine izlenirdi ama aynısından bilmem kaç tane daha olan bir iş
olurdu. Oysa şimdi biz kendi Balkan Ninnimizi dinleyeceğiz. Lütfen her yayın
başına yeni bir şiir almaya devam edelim.♥
Çekenin yazanın oynayanın emeğine, yazıyı okuyanın da sabrına
sağlık efendim.
“Kırk düğüm atmışlar sevda üstüne/ Yoluna çıkarsa çöz getir
bana.” deniyor ya şarkıda. İşte tam olarak böyle bir şey sevda. Ertan ile
Jovanka kırk düğümün kırkını da sevgiyle sabırla bir bir çözecekler ve biz de
bunu izleyeceğiz. Bu yolculukta beraberiz.
Yeniden görüşmek dileğiyle.
Sevgiyle kalın.
Periniz
* Üsküp Sevda Şarkısı/ İncesaz/ Söz-Müzik: Cengiz Onural