O da ölmek
olmasın lütfen! Şarkı bu öyle söyler ama bizim iyi ihtimallerimiz de vardı.
Evet, her bölüme bir felaket bankoydu ama bir bölüme bütün felaketleri yüklemek
sizce de biraz fazla olmadı mı?
Herkes de profesyonel cellat mübarek! Nereden biliyorlar ki bu ipi böyle bağlamayı?
Aslında
merak ettiğim şu: zaten kederle, hicranla yoğrulan Karadayı’nın fazla daha fazla acıya ihtiyacı var mı? Yani bazı
olaylar acı vermek dışında bir işe yaramıyor. Öyleyse neden oluyor? Misal Feride’nin
bebeğinin düşmesi, misal boksör herifin Orhan’ı kaçırması… Zaten yeterince
sorun olduğu halde yukarıda bahsettiğim olayların hangi sebeplerle işlendiğini
anlayamıyorum. Tamam, bir bölüm iki küsur saat, bunun bir şekilde dolması lazım
amenna lakin hiç değilse bu doldurma kısımları eğlenceli bir şekilde
değerlendirsek olmuyor mu? Hayır, üzülüyorum, geriliyorum bunlar ayrı bir de
sıkılıyorum izlerken. Bunu söylemek benim için de zor ama durum bu.
Ohh keyfe bakın!
Uyan Turgut! Hemşire geldi, iğne yapacak.
Turgut: Ne iğne mi? Derhal kovun bu kadını, derhal!
Tabii, bu
kadar acı arasında eğlenceye nasıl vakit ayıracaklar denilebilir. O vakit şöyle
bir cevap verebiliriz: olmasın bu kadar acı. Kaç bölüm kaldı zaten şunun
şurasında. Mahir’in adam dövmelerini
izlemek yerine akıl oyunlarını görmek daha eğlenceli olmaz mıydı? Ne bileyim
Bakan Bey kötü biri olduğunu bu kadar belli etmeseydi mesela. Ufak bir çocuğun
ihbarıyla değil de Turgut’un söylemesiyle öğrenseydi Mahir gerçeği ve öyle
hemen inanmasaydı. Mahir ve Bakan Bey karşılıklı iki kelam edebilselerdi. Mahir
onu sıkıştıracak sorular sorabilseydi. Bakan Bey, Mahir daha fazla uğraşmasın
diye Feride’yle birlikteliklerine göz yumar gibi yapsaydı, biz de bu sırada
bazı mutlu anlar izleyebilirdik. Sonra elbette ki her şey açığa çıktığında büyük
bir yıkım ve yeniden toparlanma olurdu. Böylece şahane bir finale gidiş
yaşayabilirdik.
Buyurun size eski bölümlerden bir kesit. İnsancıklar yeni yeni acılara göğüs germekten ölülerinin yasını bile tutamadılar.
Neyse, böyle
şeyler yazmak âdetim değildir. Zaten niyetim işe karışmak değil de derdimi
anlatmak. Şuan 104. bölümdeyiz, geride on bölüm –buraya bir ağlayan smiley
eklemek lazım- kaldı. Karadayı’yı 104
bölüm boyunca özet ve reklamlar dâhil ve hatta on yüz bin kez tekrarla
izlediysem, geriye kalan on bölümü her türlü izlerim. Sadece temennim ondan
geriye sayarken ilk sezondaki gibi unutamayacağımız bölümler izlemek. Daha önce
olmuştu, yine olabilir.
Bakın bu en sevdiğim fotoğraflardan. Mahir'in elinde Nazif Baba'nın dosyası var ama yine de gülümseyebiliyor.
Torunuyla, karısıyla, kızlarıyla sohbet eden Nazif Baba.
Hatırlıyorum
da aşk vardı bu dizide, aile saadeti vardı, zekâyla kurulan planlar ve bunların
çözülmesini heyecanla beklemek vardı. Adalet vardı demiyorum çünkü hiç görmedik
kendisini. Ama en azından ona dair bir umut vardı. Diyorduk ki, Kara Ailesi’nin
başların gelen bütün bu olayların hesabı mahkemede sorulacak. Oysaki bir kez
bile davacı olarak çıkmadılar adalet karşısına. Başlarına gelen onca felaketin
sorumluları ellerini kollarını sallaya sallaya gezerken Kara Ailesi’nin her
erkeği birer ikişer üçer hapishane yollarını arşınladılar. Adaletten falan
vazgeçtik de bari burunlarını beladan kurtarabilseler. Zaten görevini layıkıyla
yapmaya çalışan bir Feride ve Yasin var, onlar da Mahir’in arkasını
toplayacağım diye mesleklerini yapamaz oldular.
Çok
söylendim biliyorum ama benimki sevgiden, vallahi! Nasıl Feride Mahir’in
yaptıklarını onaylamıyor, kızıyor, söyleniyor ama sonunda hep soluğu Mahir’in
yanında alıyorsa, benimki de o hesap. Daha az söylenerek izleyeceğimiz son on
bölüm şerefine!