Herkese merhaba,
Bu hafta diziyi internetten izlemenin keyfine varabildiğim için bölümü geçen haftaya kıyasla daha çok beğendim. Sanırım dizileri durdurmadan, bazı yerlerde geri sarmadan izlemeyi unutmuşum televizyondan yerli dizi izlemeye izlemeye.
Reytinglerde biraz düşüş var ama AB iyi geliyor diye anlıyorum, ben de açıkçası dizinin yavaşlığı ve ‘dar alanda paslaşması’ eleştirilerine katılsam da izleyicinin söylendiği gibi ‘salak yerine konduğunu’ pek düşünmüyorum.
Evet, kötü taraf gözümüze inanılmaz şekilde sokuluyor ve açıkçası ben hangi kötü karakterin altından ne zaaflar çıkacak diye çok da meraklanarak beklemiyorum. Ama aynı zamanda İstanbul’un Boğası çarpıcı bir metafor; Nuri’nin kızıyla, eski karısıyla ve eski assolist-şimdilerde karısı Feraye’yle ilişkileri nasıl şekillenecek merak ediyorum. Özellikle güçlü ve idealist bir görüntü içine yerleştirilmeye çalışılan Leyla’nın, babasını hâlâ sevmeye çalışması ve bu umuda tutunması, içi dolu silahların önüne atlaması; ama bir yandan da kötü ve suçlu Nuri Kargı’yı adalete teslim etmeye uğraşması karakter yaratımı açısından çok derinlikli.
"Çok güzel. Biri kapıyı vurana kadar."
Bölümde yine hoşuma giden ayrıntılardan bir diğeri, Orhan’ın ölü aile bireyleriyle derinlikli sohbetler içine girmesi oldu. Zeynep karakterinin bir şekilde dizide tutulmasına pekala sevindim, zira Elit İşcan -isminin aksine- çok güzel bir genç kız ve kameraya çok yakışıyor, rolle de öyle güzel bir uyum içinde ki ilk bölümden harcanmasına biraz üzüldüğümü itiraf etmek zorundayım. Orhan üzerini değiştirirken arkadan beliren, kendisine yeşilin çok yakıştığını söyleyen ses bir süre daha orada kalmaya devam edince ikili arasında güzel bir diyalog izlemiş olduk. Orhan’ın da olayı buymuş demek ki, terk edilmiş karakterini bazen sorunun kendisi, bazen panzehiri olan birinci dereceden akrabalarla gizli sohbetlerle tedavi etmeye çalışmak. Yine karakter derinliği açısından beni yükselten bir çaba olduğunun altını çizeyim. (Bir diğer güzel ayrıntı için, bkz. Zeynep öldükten sonra Orhan’ın odasına ayna gelmesi. Birinci bölüm yazımda bahsini geçirdiğim ayna metaforuyla dalga geçenler onlayn mı?)
Birkaç nokta eleştirecek olursam, dizi çok uzun, arada uyukluyorum. Şaka şaka, tamam. Gülce’nin evden kaçması, Orhan’ın babasının evinde kızı saklamaya çalışmaları, yok dava günü ismini unuttuğum ikincil karakterden birinin (Hasan mıydı, devrem olan?) kulağına iki kelimeyle ettiği Ozan tehdidi yüzünden son anda ana karakterlerimizi satmaya karar vermesi… Yani tüm bunlar yine burun kıvırarak izlediğim sahnelerdi ama mesela Leyla Tante Rosa’yı okurken Gülce’nin makyaj yapması dümdüz bir bakış açısıyla ele alacak olursak ve eşyaların altında kör göze sokulan parmak ayarında metaforlar aramazsak izlemesi keyifli ayrıntılardandı.
Göz kanatan Leyla kombinleri - II
Gözlerimiz Kerem Deren’in ters köşelerini ararken bu bölüm ilk iki bölüme kıyasla daha çok şaşırdık diyebiliriz sanırım. Hem iyi, hem kötü adamların, karşı tarafın arasına kendi adamlarını sokmuş olması biraz ‘meh’ olsa da, Rıfat’ın (yine karakterin adını karıştırıyor olma ihtimalim epey yüksek, Bora Akkaş’ın oynadığı çocuktan söz ediyorum) ajan olduğu izleyicinin gözüne inanılmaz fazla sokulsa da; Aydın’ın hapishanede kendisini unuttuklarını zannetmesi ve bölümün sonunda Orhan’ın çıkıp gelmesiyle işlerin biraz daha istediğimiz tarafa evrildiğini fark etmemiz bölüme artı puan kazandırdı, zira we love unexpected twists. Şaka bir yana, belki bu ters köşe çok da tahmin edilmedik bir durum değildi ama ben bölümü gecenin bir yarısı uykulu gözlerle izlediğim için öngörememiş olabilirim.
Asıl çiftimizinse bu kadar kısa zamanda birbirlerinden hoşlanmaya başlayacaklarını tahmin etmiyordum açıkçası. Biraz daha nefret-kavga-hırs üçgeninde sahneler izleriz diye umuyordum ama Diriliş Bey küçük bir hayat sorgulamasının ardından Leyla kızımızı en acilinden odalara çekip kendisine açılmak istedi demek ki. Neyse, buna da itirazımız yok elbette, zira tuhaftır ama ikiliye alışmaya başladım. Tabii bu demek değildir ki vıcık vıcık, çirkin, estetik yoksunu aşk sahneleri izlemek istiyoruz; lütfen 70’ler ilişkilerini post-milenyal aşırılıklarla mahvetmeyiniz sayın senaristler. İkilinin diyalogları güzel, birbirlerini tanımak istiyor olmaları olumlu, bir de arada sırlar, edilemeyen itiraflar olması heyecanı artırıyor. Aynı zamanda aşşşırı pastel ama oldukça canlı, göz yoran retro havasını görmezden gelirsek çekimler gerçekten başarılı. Leyla’nın Zeynep’in mezarına gidip dertleşecek başka kimsesi olmadığından en büyük günah çıkarmasını ona yapması etkileyiciydi mesela. Bakalım Orhan gerçekleri ne zaman öğrenecek? (Edit: Bana her şey Poyraz Karayel’i hatırlattığı için kalbim biraz kırık, bkz. Leyla’nın, babasının kim olduğunu Orhan'a itiraf edememesi, çiftin birinin kardeşini diğerinin babasının öldürmüş olması, mezar başı itirafları falan filan. Bir de Türk televizyon dizi tarihinin değişmez bir gerçeği olarak Burçin Terzioğlu’nun yeraltı dünyasından güzel sesli karizmatik bir adamın kızı olmak zorunda olması.)
Ölülerden sen anlarsın, konuş onlarla
Sözün özü, sevgili izleyen, Çarşamba gelsin de Kurşun izleyeyim diye gün saymıyorum ama Çarşamba günleri Kurşun izleyeceğim için mutlu oluyorum. Umarım bundan sonra heyecan seviyesi yüksek, diyalogları kaliteli, bol akıl tutulmacalı bölümler izleriz de dediğim gibi dizi kendi kemik izleyici kitlesini oluşturup uzun süre yayında kalmaya devam eder.
Haftaya görüşmek üzere!