Kurşun: Dünden bugüne, caddeden sokaklara
Bütün bir sezon böyle bakışacaklarmış gibi minik bir his var içimde.
Merhaba,

Kendimi tamı tamına iki buçuk yıl sonra bu platform için bölüm yorumu yazarken buldum, çünkü Kerem Deren bir süre aradan sonra televizyona geri dönüyor, yetmezmiş gibi 70’lerin Türkiye’sini anlatmaya karar veriyor, üstelik kadro Burçin Terzioğlu, Sarp Akkaya ve çok sevdiğim Kürşat Alnıaçık gibi isimleri barındırıyor. Televizyonda yerli dizi izlemeyeli gerçekten uzun zaman olmasına rağmen, Kurşun’un haberini almam ve sonrasında tanıtımlarını izlemeye başlamamla birlikte sezon içinde diziyi takip etme kararı aldım. Tabii ki biraz paslanmışım, dizinin yayımlandığı Çarşamba akşamı televizyonun karşısına geçmeyi başaramadım, ertesi gün bilgisayardan izlememse nereden baksanız yedi saat sürdü. Sıkılıyorum, durduruyorum, arada başka işler yapıyorum, izlemeye devam ediyorum, aklıma türlü şeyler geliyor, gidip oyuncuların Instagram hesaplarını karıştırıyorum, 73 seçimlerini Adalet Partisi yüzde kaç oyla kaybetmişti diye düşünüyorum, arada diziyi izlemiş olan arkadaşlarıma sataşıyorum, vesaire. Yerli dizi izlemek çok zor, ama kendimi itekleye itekleye aynı akşam bölümü bitirmeyi başardım.

Öncelikle dönem dizisi fikrinin çok hoşuma gittiğini söyleyeyim. Genel anlamda 70’li yıllara karşı bir sempati vardır içimde; müziği olsun, edebiyatı olsun, siyasi düzlemin insan yaşamını etkileyişi olsun, o gereksiz nostaljik romantizmi Türkiye 70’lerine karşı sahiden besliyorum. Kurşun’un ilgimi çekişinin önemli nedenlerinden biriydi bu da o nedenle daha da heyecanla bekledim, sanki 21. yüzyılın ilk on yılının içindeymişiz de Öyle Bir Geçer Zaman Ki ayarında bir iş izleyecekmişiz gibi düşündüm. Beklentim çok yüksek değildi elbette; oyunculuklara ve Kerem Hoca’nın kıvrak hikaye ayrıntılarına odaklanırız diyordum en kötü ihtimalle. Sanırım öyle de olacak ama birinci bölüm bunun nihai kararını verebilmek için biraz erken. O nedenle şimdilik çok genel bir giriş yapacak ve gözüme takılan noktaları eleştireceğim. 

Efendim, öncelikle hikayenin geçtiği gerçek zaman dilimiyle ilgili birtakım sıkıntılarım var. Yani, kaç yılındayız tam olarak? Muhtıranın öncesinde miyiz sonrasında mı? Zira 1970’li yıllar dediğimizde benim aklıma ilk olarak siyasi iklim geliyor ve bu siyasi iklimi ülkedeki müziği, edebiyatı, insan hayatını, sokağı, evi, üniversiteyi, aileyi, radyoyu, televizyonu, kısacası akla gelebilecek her türlü değişkeni etkileyen bir sabit olarak nitelendiriyorum. Dizi hikayesi ise temelinde suç ve suçluyu barındırmasına rağmen bu siyasi gerçeklikten yoksun. Bu anlamda aklımda dönemle ilgili bazı soru işaretleri olduğunu ve bu durumun beni izlediğim şeye yabancılaştırdığını belirtmem gerekiyor; ama tabii bu yabancılaşmanın tek nedeni bu değil. 

Hikayenin zaman-mekan-olay üçgeni dışında, dizinin sinematografik ögeleri hususunda da beni izlediğim şeyden iten seçimler mevcuttu. Daha önce 2019 teknolojisiyle çekilmiş bir dönem işi izlemediğimden mi bu göze batma durumu bilemiyorum ama görsellerin aşırı canlılığı beni ziyadesiyle bugünde tuttu. Pastel tonlarını ve 70’ler modasını seven bir görüntü yönetmeni çeşitli ikonik prop’larla seti süslemiş, yeri gelmiş Leyla’nın annesiyle birlikte yaşadığı evin salonundaki güzel sarı koltuğun üstüne bir laptop bırakmayı hayal etmiş ama sanki bu eşyanın konsepti bozacağını fark edip de vazgeçmiş gibi, Wes Anderson paletinde, milenyumun geçmiş zaman özlemiyle hazırlamış bölüm sahnelerini. Diyaloglar veya hikaye değilse bile, dizide gözüme çarpan nokta atmosferin fazla modern, fazla yeni, fazla bugün koktuğuydu. Amaç, izleyiciyi bugünde çekilmiş bir 70’ler dizisi izlediğinin farkına vardırmak ve diziye yabancılaştırmaksa eğer, Kurşun’un ilk bölümü bu görevi başarıyla yerine getirmiş; fakat zannediyorum ki böyle bir amaç güdülmüyor. Bu nedenle tüm bu saydıklarım izleyici için evrenin, zamanın, hikayenin içine girmeyi zorlaştırıyor.

Bakınız Tenenbaum koltuğundan nesi eksik?

Bir diğer garipsediğim nokta ise, dizideki her şeyin fazla ‘decent’ olması. Bölümü izlerken sonrasında Ranini Tv için yazı yazacağımı biliyordum, böyle zamanlarda elimdeki deftere küçük notlar çıkarırım ki bilgisayarın başına oturduğumda elimde bir outline olsun, zorlanmadan yazayım. (Bana bu alışkanlığı kazandıran canım Poyraz Karayel’e ve kutsal Çarşamba akşamlarına teşekkürler.) Diziyi izlerken kafamda defalarca neyin beni rahatsız ettiğini bulmaya çalıştım, bir yerlere takılıyorum ama ifade edemiyorum derken aklıma gelen tek kelime ‘decent’ oldu, evet her şey fazlasıyla ‘decent’tı ve ne Kerem Deren’den alışık olduğumuz bir durumdu bu, ne de ben ‘decent’ yerine kullanabileceğim daha güzel bir kelime bulabiliyordum. Şunu söylemek istiyorum, karakterlerin bir kısmında güzel görünme/onaylanma/yakışık alma kaygısı var hissiyatına kapıldım. Bunun en bariz örneği, yatak odasında Leyla’nın annesiyle tanıştığımız sahneydi. Gülizar Irmak harika bir oyuncudur, yanılmıyorsam kendisini Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin ikinci sezonunda bir süre izlemiştik, yine hasta bir karakter rolünde, ben kendisini bu şekilde hatırlıyorum. Bahsini geçirdiğim yatak odası sahnesinde ise, karakterin gerçekten hasta olduğuna ikna olabilmem birkaç dakikamı aldı. Bakıcı, ilaçlar, kaygı gibi göstergeler hastalık durumunu işaret etmekle birlikte rol bundan öylesine farklıydı ki Leyla annesinin karşısında bir çeşit monologa başlayana kadar bu durumu kabullenemedim. Dediğim gibi, rol de karakter de gözüme fazlasıyla makulleştirilmeye çalışılmış geldi. Lakin bu çok subjektif bir yorum, diziyi bir başkasıyla birlikte izliyor olsam belki böyle düşünmezdim, pekala yanılıyor da olabilirim.


Bölümü pek çok yönüyle çelişkili buldum, hemen hemen her yerde bir kontrast yaratılmış ama bilerek mi yapılmış yoksa istemeden mi, emin olamıyorum. Sinematografinin, mekan seçiminin, yer yer mizansenlerin, bölümün cold open’la açılmasının, ara ara yapılan gereksiz zoom in’lerin, değişik close-up’ların; eski, geleneksel, nostaljik ve siyasi 1970’ler çizgisiyle uyuşmadığını düşünüyorum. Dediğim gibi, tüm bu kontrast da izlediğim dünyaya tam anlamıyla dahil olabilmemi engelliyor. Yeni teknikler (cold open yönteminin Türkiye’de ilk kez ne vakit kullanıldığını biliyor muyuz, merak ettim ama bulamadım) eski hikayeyle bir çeşit karşıtlık oluşturuyor, şu an için rahatsız etti ama ileriki bölümlerde buna alışır mıyım, hikayenin tamamen zıtlıklar üzerine kurulduğunu fark edip bu buluştan zevk mi alırım, bakacağız. 

Tüm bu eleştirileri bir tarafa bırakırsak, diziyi durdurarak çok uzun bir sürede izlediğimi de göz ardı edersek bölümü sevdiğimi söyleyebilirim. Belirli bir noktada tempo çok düştü ama hem bazı temel sahneler hem de bazı yan karakter sahneleri beni uyandırarak hikayeye geri döndürdü. Örneğin, mebus Fahri Önal’la Orhan arasındaki yüzleşme sahnesi, kullanılan eşyalar ve diyalogları sevdim. Hikayenin her yerinden büyük büyük daddy issue’lar çıkıyor ve we love this game. Bakalım neler olacak. 


Bölümde dikkatimi çeken ve hoşuma giden bir diğer ayrıntı ayna metaforuydu. Belki biraz zorlama bir yorum olacak ama bölümün daha ilk sahnelerinde, sonradan birdenbire harcandığını göreceğimiz Zeynep’in, Orhan’ı odasında hazırlarken kravatını bağlamaya uğraşması, bu esnada odanın içinde ayna olmadığını dile getirmesi önemliydi. Ayna imgesi Doğu felsefesinde kişinin kendini bilmesi noktasında bir metafor yaratır. Bir başka deyişle, ayna insanın kendini bütünüyle görebilmesini sağlayan, insanın kendini olduğu gibi keşfetmesine ve kabul etmesine aracılık eden bir nesnedir. Edebiyatta da sinemada da, aynanın karakterlerin kişiliklerini açığa çıkarma, onları fark etmelerini sağlama ve kabullendirme işlevlerinde önemli rol oynadığı görülmektedir.



Orhan’ın aynasızlığına karşıt olarak, Leyla’nın bütün bölüm boyunca etrafında aynalarla var olduğunu görüyoruz. Odasında büyükçe bir boy aynasının önünde hazırlanan, Serdar’la görüştüğü etkinlikte devamlı büyüklü küçüklü aynaların çevresinde dolanan Leyla, benliğini tanımak, gerçeklerin farkında olmak, kim olduğunu bilmek ve geçmişiyle yüzleşmek konusunda Orhan’dan daha tecrübeli görünüyor. Aile ilişkilerini ve karakter zaafını, aynı zamanda hayattaki amacını yeni yeni anlamaya başlayacağımız Orhan ise her ne kadar idealist bir savcı olarak çizilse de, esasında hikaye içerisindeki karakter konumu düşünüldüğünde olgunluk ve farkındalık olarak Leyla’nın gerisinde olabilir. Bu yorumumda ne denli haklı olduğumu ileriki bölümlerde göreceğiz. Ben aynaları takip etmeye devam edeceğim, belki sizin de ilginizi çeker. 


Tüm bunların dışında, dizinin birden hızlanarak finale ilerleyişini, Zeynep’in öldürülüşünü, Orhan’ın ciddi ciddi cinayet işleyişini, çalan Sarabande’yi ve kızışan intikam hırsını sevdim. Bu boğa başları, bir süre anlamsız gelecek olan sıfatlar, gerek var mıydı dediğimiz eşya buluşları bizi ne derece senaryoya hak vermeye götürecek bilemiyorum ama dizi sezon içinde devam ettiği müddetçe ben izlemeye varım. Dilerim reytingler iyi ilerler, biz de her hafta burada buluşmaya devam ederiz. O zamana kadar kendinize iyi bakın.

Edit: Jenerik müziğine ben de yükseldim, Timur Selçuk <3

Sevgiler.

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER