İki haftalık ayrılığın ardından yeniden merhaba.. Malumunuz
ağır ve çetin hava şartlarında yapılan çekimler dizi ekiplerini hayli zorluyor.
Hele ağırlıklı olarak dış çekim sahneleriyle dolu olan
Diriliş için durum daha vahim. Bu zorlu koşullar sebebiyle geçen
hafta yayınlanmamıştı bölüm. Bu süre zarfında seyircilerin sosyal medyada özlemlerini
sıkça dile getirdiklerine şahit oldum.
Diriliş
Ertuğrul bir sonraki sayfasını görmek için sabırsızlandığımız ve soluksuz
okuduğumuz bir roman gibi. Bu yüzden ara verildiği zaman merak ve özlemler had
safhaya ulaşıyor. Bana sorarsanız özlemek, ara vermek iyidir bazen. Aradaki
muhabbetin damıtılmasını, daha saf ve katıksız yol alınmasını sağlar. Bu
yönüyle ara sıra verilen kısa molaların hem ekibe, hem seyirciye biraz soluk
aldırdığını hem de durup bir uzaktan bakma fırsatı verdiğini düşünüyorum.
Kurt kafese girdi diyelim, peki sığar mı sandınız?
Dokuzuncu bölüme gelirsek.. Ertuğrul Bey kendini
feda edip El Aziz’in sarayına esir düşmüştü. Ertuğrul’u kafese düşürdüğünü,
Kayılar’ı etkisiz hale getirdiğini zanneden Nasır feci halde yanılıyordu. Bir
taşla kaç kuş vurmayı ümid ediyordu bilmiyorum. Fakat hem El Aziz’i kandırması,
hem Ertuğrul’u tutsak etmesi, Şahabettin’i tuzağa düşürmesi ve el altından Titus’a
destek çıkması Nasır’ın ihanetinin artık gün yüzüne çıkmasını gerektiriyor
bence, hem de fazlasıyla. Daha yapacak
kötülüğü, kuracak tuzağı yoksa Nasır’ın tez vakitte ihanetinin bedelini
ödemesini diliyorum. Ayrıca El Aziz’in bunca kandırılması artık bana bile
dokunmaya başladı. Hani “sen kalk şiirini yaz da ben yöneteyim Halep’i” diyecek
duruma geldim neredeyse. Halep’te kan gövdeyi götürüyor, Tapınakçılar saraya
bırak sızmayı çöreklenmiş, Kayılar kapıya dayanmış, yurtsuz bucaksız… Ne gam!
El Aziz hala Esma, Halime derdinde.. Etrafındaki güzel kadınlara dikkat
kesildiği kadar devlet işlerine ve çevresinde olup bitene de dikkat kesilse
sanırım ihaneti, olanı biteni çözmesi zor olmayacak. Neyse… Halep Emiri’ini de
bir hale yola koyacak, “bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözünü haklı kılacak
planlar yapılmış, yazılmıştır muhtemelen..
Haftalardır “Süleyman Şah ölmesin” diye dizime vura vura
dövünüp durduğumu biliyorsunuz. Dün akşam El Aziz karşısında dimdik durup ona
haddini bildiren, adeta kükreyen yiğit Türkmen Beyi’nin bu hali sizi de
fevkalade mutlu etmedi mi Allah aşkına? Bir an sahiden ölecek sandığım Süleyman
Şah için imza kampanyası başlatacaktım neredeyse. Neyse ki korktuğum olmadı. Bu
husustaki ısrarımda ne kadar haklı olduğumu dün kendi gözlerimle gördüm. Her
biri El Aziz’in kafasına isabet eden kaya gibi ağır ve devlet gibi yüce
sözleriyle Süleyman Şah’ı görmek muhteşemdi doğrusu. Çıbanların, tuzakların, ihanetlerin pençesinde
ölüm döşeğine düşen, herkesin ondan umudunu neredeyse kestiği Türkmen Beyi, o
yataktan gücüne güç katarak ayağa kalktı. “Biz bize söz verdiğiniz topraklarda yine
obamızı kurarız. Fakat oğlum Ertuğrul serbest bırakılmazsa orada bir oba kurulurken
burada bir şehir yıkılır; Halep’e yazık olur!” sözleriyle devleşen Süleyman Şah’ın
bu hali hem Kayı obasının birliği ve dirliğine vesile oldu hem de ona hayat
veren büyük usta Serdar Gökhan’ın muhteşem performansıyla diziyi şaha kaldırıp
seyirciyi aşka getirmesini sağladı. Süleyman Şah karakterini yüksek
müsaadenizle bölümün yıldızı ilan ediyor, bu vesileyle Serdar Gökhan ustayı da saygı
ve hürmetle selamlıyorum.
Bir çocuk ve bir kadın Tapınakçıların gizli sonu olabilir
Neticesini merakla beklediğim ve adeta ilmek ilmek
dokunarak ilerleyen (hikayenin bu kısmındaki yavaşlığı anlatacak daha naif bir
ifade bulamadım) Turgut Alp’in Tapınakçılardan kurtarılması operasyonunda bu
bölüm dişe dokunur birkaç adım atılması isabetli oldu. Afşin Bey’in deşifre
olmaması zaten imkansızdı. Duruşu ve hali, tavrıyla bile o kadar belliydi ki o
dünyaya ait olmadığı. İzadora ve Turgut Alp işbirliği de hem Turgut Alp’in hem zindandaki
Ömer’in hürriyetini sağlayacak ve hem de Tapınakçıların bu ana kadar yaptıkları
bütün hile ve zulümlerin bedelini ödemelerine vesile olacak. Burada söz
açılmışken aynı karede yer almalarına rağmen Numan’ın Titus’u görmemesi Titus adına büyük başarı idi. O kısmı fark
edilmeden atlatmış olması “Titus Cuma günü doğmuş olmalı” dedirtti bana. Teknolojinin
her haliyle donatıldığımız şu zaman diliminde devlet içine sızmış hainlerin yıllarca
fark edilemediğini düşününce o dönemde bir Titus’un, Nasır’ın ya da Kurdoğlu’nun
renk vermeden ihanet içinde olması çok da şaşılacak bir durum değil aslında.
Ertuğrul ve Halime’nin saray odasında karşılaştığı
duygu dolu sahne ve İbni Arabi’nin Kayı kızlarına anlattığı Hz. İbrahim’in rüya
kıssası, bölümün gönül telimizi titreten anlarındandı. Dizide kıssaların
anlatıldığı sahneler çok iyi yazılıyor, her kim ise yazanın ellerine ve gönlüne
sağlık dilerim. Bütün haftanın insana hediye ettiği gürültülü ve kalabalık
zihinlerimizi o kıssa ve maneviyat dolu sahnelerle bir nebze arındırdığımızı
düşünüyorum. “Bunun için bir dizi mi izliyorsun, kitap oku” diyenler de
olabilir tabii.. Oluyor diyelim daha doğrusu. İnsanın pek çok yöntemle ruh ve
zihin arındırması yapabileceğini düşünüyorum. Kitap okumanın, film izlemenin,
bir dizi takip etmenin ya da iyi bir müziğin yeri ve tesiri farklıdır insan
üzerinde. Hepsini deneyen de, hiçbirini denemeyip farklı bir şey tercih eden de
olabilir. Bu noktada bir dizinin yalnız “dizi” olmadığının altını çizmek
isterim.
Süleyman Şah’ın şahlandırdığı Diriliş’in dokuzuncu bölümü bende böyle. Haftaya onuncu bölümde
sağlıkla, güzellikle birlikte olmayı arzu ederim. Bu arada yazının başında
iletmedim ama elbette unutmadım. İsmini hiçbir kötü fiille yan yana yazmak
istemediğim güzel Özgecan’a rahmet ve huzur dilerim gittiği yerde. Melek
kardeşimizin mekanı cennetin gül bahçesi olsun. Ve artık bu ülkede kadınların kendilerini emniyette hissetmeleri
için herkes elini de, yüreğini de taşın altına koysun. Hiçbir şey yapamayan
karınca misali su taşısın bu yangın yerine de safı belli olsun.
Bölüme emeği geçen herkesin eline ve gönlüne
sağlık.. Haftaya görüşmek dileğiyle..