İstanbullu Gelin’in aşırılı sevdiğimiz bölümler serisi
44.bölüm ile de devam etti. Uzun süredir tahtalara vurmak istediğim bir
performans görüyoruz dizide, birkaç ufak mesele hariç ‘Vay arkadaş’ demeden
kalktığımız olmadı ekran başından. Son bölümün finalinden girmek isterim bu
sefer de konuya. Hemen her yerli dizide olduğu gibi Reyhan Hanım’ın silahı
patlattığı an bölüm bitecek ve ‘Faruk mu öldü yoksa Süreyya ile bebeğe bir şey
mi oldu?’ sorusu ile bir hafta geçireceğiz sandım ama izlediğimizin İstanbullu
Gelin olduğunu unutmuşum. Bu klişe ile oyalamadılar bizi bir hafta ve Adem’in
gözyaşları ile bıraktılar onun yerine. Çok daha çarpıcı, çok daha üzücüydü
elbette.
Adem o kadar zor bir iş yaptı ki annesinin yukarıda olduğunu
duyar duymaz polis çağrılmasını istemekle. Annesinin elinden o silahı yine
alabilirdi belki ama Adem’in istediği bu değil artık, annesinin iyileşmesini
istiyor. ‘Lütfen iyileş anne’ dediğinde bildik ki annesini affedecek ama ne
kendi hayatının ne de onun hayatının eskisi gibi karanlık olmasını istemiyor.
Bir şans verecek artık hayata, yaşamaya başlayacak. Adem çoktan hak etti bunu,
mutlu olmasını çok istiyorum. Bu sırada Faruk’a sarıldığını da gördük tabii ama
onu bir kardeş olarak kabul ettiği anlamını çıkartmamız henüz zor. Aile olma
fikrine ısınmaya başladı diyebiliriz. Faruk da bir kardeş kaybederken başka bir kardeş kazanıyor mu acaba inkar etse de? Göreceğiz.
Yapma artık bunu kendine
Aile konusuna devam edeceğim ancak araya bir Reyhan Sezgin
reklamı almak isterim. Dizinin başından beri nefret mi etsek acısak mı karar
veremediğimiz Reyhan Hanım rolüyle harikaydı Semra Dinçer ama özellikle son
haftalarda inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor. Reyhan’a sarılıp onu teselli
etmek istiyoruz bazen, bazen yüzüne bakmaya bile dayanamıyoruz. Aylarca hastanede
kalıp saçının teli bile bozulmayan dizi karakterlerine inat, fiziksel olarak da
hissettiriyor bize bu değişimi Reyhan Hanım. Yazanın, yönetenin ve oynayanın
eline sağlık.
Ayrılmayın bir daha hiç, e mi?
Şimdi gelelim aile mevzuunun kan bağı ile pek o kadar da
alakası olmadığını bize çok tatlı hatırlatan Dilara ve Süreyya’ya. Eşlerinin
ufak bir yardımıyla ilk tanıştıkları bankta bir araya gelirken onlar, hepimizin
de aklından kendi arkadaşları, hala yanında olanları olmayanları, ne biçim de
sevdikleri nasıl da kavga ettikleri geçmiştir herhalde. Kavgaları ne kadar
sahiciydiyse barışmaları da o kadar güzel oldu. Yalandan sempatiklikler yok,
içi boş bahaneler yok. İkisi de birbirini kırdı, ikisi de birbirine öfkelendi
ama özlemleri, sevgileri ve aile olma halleri ağır bastı ve barıştılar. Bir
araya gelmelerinin tesadüf olduğunu düşünmeleri azıcık fazla naifti ama olur
öyle, sevinçlerine veriyorum. Bir daha ayrılmasınlar inşallah.
Onca acının ortasında tablo gibi bir sahne
Ada’nın hastalığı konağı perişan etti doğal olarak. Esma
Sultan’ın birlik beraberlik çağrıları yerini buldu, konaktan gitmeyi
düşünenlerin bir kısmı bundan vazgeçti. Ada için ne yapabileceğinin derdine
düştü herkes. Yine de Kıymet Hanım –belki tabii acısının da verdiği etkiyle-
Esma’ya ‘Sen Garip’le otellerde gezerken biz neyle uğraşıyorduk?’ demeseydi
iyiydi. Esma’ya her şeyi diyebiliriz ama torunu hastanedeyken ondan başka bir
şey düşünecek bir kadın da değildir. Bunu ekstra bir övgü olarak söylemiyorum,
Esma’nın hepimizin malumu yapısını tarif etmek için dedim. Yine de Kıymet’in bu
lafları Esma’nın vicdan azabına tuz biber ekti ve Nurgül’le (Esma’nın da en
gerçek ailesi Nurgül aslında, umarım unutmaz bunu) paylaştı bu durumu, ‘Sanki
ne zaman kendimi düşünsem bir tokat geliyor yukarıdan’ diyerek. Seni pek sevmem
Esma ama yine de kendine yapma bunu, kimse bu kadar zalim olmamalı kendine.
Biriniz de anlayın artık şu çocuğu
Kendine zulmedenlerin kralı Osman’a gelelim biraz da. Süreyya’ya
olan hislerini Faruk’un öğrenmesi yüzünden diyeceğim ama tam sebep de o değil
aslında, ailede kimsenin ona güvenmediğini hissettiği için uzaklaşmaya karar
verdi Osman ve bunu da epey radikal bir şekilde, iki sene Irak’a giderek
yapacak. ‘Kariyerim için bu gerekli’ cümlesi de başta Burcu olmak üzere kimseyi
ikna etmedi zira Osman’ın değil bir kariyere, çalışmaya bile ihtiyacı yok. Tamam,
Boran Holding’te çalışmıyor ve kendi hayatını yaşıyor ama yine de normal
şartlarda evlenmek üzere olan bir insan iki sene Irak’a gitmeye bu kadar
gönüllü olmaz, o yüzden durumu bilmeyen herkeste bir şüphedir gidiyor. Özellikle
Sayın Her Şeyi Bilen Faruk Boran’ın bu durum karşısında ağzını bile açmaması
Süreyya’ya çok tuhaf geldi doğal olarak, bence onun da konuyu öğrenmesi an
meselesi ve eminim Boran Ailesi’ndeki herkesten çok daha doğru anlar Osman’ı. Ne
dedi Osman giderken annesine? ‘Şu evde bir ömür inşa ettiklerim sizin bir bakışınızla
çöktü mü? Çöktü. Bunca yıl varlığımın bir ederi olmamış, yokluğumun nesini
tartışacağız?’ Bunlar nasıl laflar, nasıl cümleler bu arada? Yazarken canımıza
kastettiğinizin farkındasınızdır umarım sevgili senaryo ekibi. Burcu’ya da iki
çift lafım var, ‘Nereden çıktı Irak?’ diye isyan edeceğine ağzından çıkanı
kulağın duyaydı ne iyiydi.
Önümüzdeki bölümü merakla bekliyorum şimdi. ‘Aman da kim
vuruldu acaba?’ diye değil, her kelimesinden sahicilik akan hikayelerimizde
neler olacak diye, mendilleri çayları hazırlayarak bekliyorum. İyi seyirler
dilerim.