Adı Efsane; gayet bilindik bir konuyu parlak bir reji ve
izlenesi oyunculuklarla bezeli bir şekilde ekrana sürdüğünde takipçisi olmak ve
her hafta yazarak eşlik etmek istemiştim. Gençler, ışıl ışıldı ve genç
oyuncuları izlemekten inanılmaz zevk alırdım. Devrim Yalçın’ın rejisiyle ilk
defa tanışmış, bu tanışıklığımın daim olmasını dilemiştim. Senaryo ekibiyle
yolum ilk defa kesişmişti, bu yolculukta direksiyonu nereye çevireceklerini
merakla bekliyordum. Sözün özü, elde potansiyeli yüksek bir iş vardı; zirveye
yükselmek sürpriz olmayacaktı.
Günler geçti, eldeki potansiyel unutuldu. Seyircinin keyifle
izleyebileceği hikaye acılara gark oldu. Hal böyle olunca da; basketbola,
gençlerin hikayelerine odaklanan, gülmek isteyen seyirci umduğunu bulamadı.
İşin drama ayağı da abartılı kısımlarla kurgulanınca ortaya ‘Hakan’ın acıları’
olarak adlandırılabilecek rahatsız edici bir hikaye bütünü çıktı. Tarık Hoca ve
kızlarının hikayesi de temelsiz kalmıştı. Tarık Hoca kimdi, neden bu
durumdaydı, geçmişte ‘Efsane’ oluşundan ve maçı birbirine katışından başka ne
gibi detaylarla varlık göstermişti; tüm bunlar atlandı. Sonra Tarık Hoca,
geçmişinde acılarla baş başa kalmış Bahar karakteriyle bir yolculuğa çıktı.
Çıktı çıkmasına ama Bahar’ın geçmişi de en az Tarık Hoca’nınki kadar havadaydı.
Seçil vardı bir de… Kızların teyzesi olmasının yanında, Tarık’a da körkütük
aşıktı. ‘Aşk, kötülük yaptırır.’ mottosuna uyarak Tarık’a etmediğini bırakmadı.
Fakat onun aşkı da temelsiz, tutarsızdı.
Temelsiz bir şekilde yazılan karakterler öyle can sıkıcıydı
ki, attıkları adımın nereye gideceği konusunda zerre heyecan duymuyordum. Fakat
öyle bir baba-kız hikayesi işleniyordu ki, hayranlıkla izliyordum onları. Tarık
ve Melis… Babasının yokluğunda büyüyen, asi Melis ve kızına hem çok yakın hem de çok uzak duran Tarık. Öyle keyifli, öyle güzellerdi ki; nereden
bilebilirdim bu keyfin de elimden alınacağını.
Sonra… O asi kız, asi oğlan Hakan’la tatlı bir aşk
yaşıyordu. Masumiyet, gençlik heyecanı, her şey vardı aralarında. Ama hikaye
ters düz edilirken, aşk da elimizden kayıp gitmişti.
Elde sevilesi ne kalmıştı? Tayfa… Hakan, Fikret, Ali ve
Sadık öyle kuvvetli bağlara sahip dostlardı ki; onları görünce dostluk kurası
geliyordu insanın. İkinci devreyi tam da bu yüzden bekledim. Bana dostluğu vaat
ediyordu yenilenen hikaye. Birlikte ağlayan birlikte gülen bir tayfa göreceğimi
düşünürken bir kaosun içine düşmeyi beklemiyordum hiç.
Adı Efsane; şahane bir potansiyelin dibe vuruş örneğidir
benim gözümde. Zirveye yükselebilecekken, bile isteye çökmektir. Sıkıntılar bu
kadar belliyken, çözmek için hiçbir çaba harcamamanın sebebini çok merak
ediyorum. Çorak yaz ekranında gün doldurup, kanala ekmek getiren bir dizi
olmaktan öteye gidemeyişinin sebebini de. “Ne yazarsak izleniyor.” mantığının
ne denli rahatsız edici olduğunun farkında olup olmadıklarını da merak
ediyorum. Zira geçen hafta Sibel’i o yatakta bırakıp finalde Fiko’nun evlenme
teklifi ettiği kız olarak bulmuş olmamın üzerine ne söylesem bilemiyorum.
Adı Efsane’nin bana kattığı şeyler de yok değil tabii. Cem
Yiğit Üzümoğlu’nu, Almila Ada’yı, Baran Bölükbaşı’nı, Özgü Kaya’yı, Emre Bey’i,
Hakan Ummak’ı, Kaan Sevi’yi ve diğerlerini Adı Efsane sayesinde tanıdım. Bundan
sonra da hangi karakterlere bürüneceklerini, nerelerde karşılaşacağımızı
merakla bekliyorum. Yolları açık olsun… Daha dizinin final haberi duyurulmadan başka bir projeyle anlaşan Baran Bölükbaşı'nı anımsayınca ekibi çok özlemeyeceğimizi düşünüyorum. Ne de olsa her veda; başka heyecanlara, başka başlangıçlara gebedir.
Emeği geçen tüm Adı Efsane ekibinin emeklerine sağlık… Bana
eşlik eden Ranini.tv okuyucusuna da yürekten teşekkürler… Başka bir hikayede
yeniden görüşmek dileğiyle…