Konu dadı meselesine gelmişken, daha iki kere
gördükleri kadını zerre araştırmadan, CV’sini bile görmeden, sırf acıdıkları
için, işe alıp Emir’i emanet etmek nedir? Sen hiç tanımadığın bir kadına, nasıl
bırakırsın çocuğunu? Nasıl güvenirsin? Ayrıca ben absürd komediyi zerre
sevmeyenler derneğine mensubum. Bir işin mantığı olur yahu. Şimdi Betül,
Nasreddin Hoca olmadığına göre, iki yerde bir nasıl olacak? Şadi’ye sürekli
alışveriş bahanesi mi bulacak? Nereye kadar devam edecek? Evde olduğu sürece ne
duyacak ne planı kuracak? Hadi diyelim her şey yolunda gitti, en basitinden
kimlik sorduklarında, sigorta yapmak istediklerinde ne yapacak? Sahte kimlikle
nereye kadar idare edecek? Hiçbir dayanağı olmayan şeyleri izletmek, senaryoyu şişirmekten
ve romantik komedi çizgisinden uzaklaşmaktan başka bir şey değil.
Birkaç sahne dışında bölümü izlerken resmen şiştim!
Ay şiştim dememek lazımmış. Beyin kilo aldırıyormuş insana. Kilo verdim kilo!
Sinirimden kilo verdim. Başrol açlığından, kilo verdim. Sinirlerim boşaldı,
kalori yaktım. Dizilerde başroller neden evlenir? Sahneleri ayrıca çoğalsın ve
güzelleşsin diye değil mi? Bir bizimkiler yaşayamadı şu halleri… Hâlâ biri evde
biri şirkette. Yan yana sahneleri yok nerdeyse. Bizim suçumuz No:309 izleyicisi olmak mı? Niye bizimkiler TRT
dizileriyle yarışır kıvamda hareket ediyorlar? Neden biz arkadaşça sarılma, yanaktan
öpme, Emir’i gül bahçesinde bulmuş halde takılan bir çift izliyoruz? Sahneler
hep aynı. Replikler bile değişmiyor.
Bu hafta maketi birlikte onardıklarını Songül’ün
kurduğu cümleyle anladık. Doğal olarak herkes aynı yere takıldı. “Biz bu
sahneyi niye izlemedik?” diye. Yazılanları okuyan, senarist hanım sert bir
üslupla, “Sahne yazıldı ama, bazı aksiliklerden çekilemedi. Her şeyi siz
biliyorsunuz! Senarist olun da, biz de sizi izleyelim hadi gençler.” diye tepki
gösterdi. Şimdi, 36 haftadır mı aksilik var diye sormak bizim hakkımız değil
mi? Hadi bu hafta aksilik oldu, çekilemedi. Ya üzerinde durmadığınız her hafta
“Bu bölümü de kurtardık” tarzında sahnelere ne demeli? Onur’un odasındaki
kameranın bir tek Lale’yi yakalatmasına, karakterlerin sürekli dengesiz
yazılmasına, ilk bölümlerde yapılan dövmenin birden ortadan kaybolmasına,
Lale’yi gerçekten seven Onur’un balayında eski sevgilisini hatırlamasına, arkadaş
gibi yazılan karı-kocaya, bunların hepsine ne demeli?
Sahnenin olmadığını bu şekilde yazmak yerine, kibar
bir şekilde; pekâlâ haber verebilirdi bizlere sahne gelmeden önce. Bunu telafi edeceğini
söyleyebilirdi mesela. Ama, hızını alamayan senarist hanım, çok daha kırıcı bir
üslupla devam etti: “Herkes senarist, herkes eleştirmen! Her hafta 100 sayfa
kendi adını yaz desen onu bile yazamaz ama. 36 haftadır aynı kalemler yazıyor
bu işi.” Bunu yazmak ve yayınlamak, izleyiciye saygısızlık ve haksızlıktır. Bu
izleyiciyi aşağılamaktır. Hiç kimse seyirciyi aşağılayamaz! Adını yazamaz dediğin
kitle, senin yazdıklarını haftalardır izliyor. Ve seni okuma yazmayı bilmeyen
de izliyor. Ve sen bizim karşımıza böyle kırıcı bir üslupla çıkıyorsun. Yazdıklarımı
eleştirmeye kimsenin hakkı yok diyorsun. Eleştirmen olmak için, gözlem
yapabilmek önemli galiba. Ne tesadüf ki sosyolog adayıyım. Seneye mezun
oluyorum. Memnun oldum! :)
Yıl 2017. Artık bilinçli ve her şeyin farkında olan
izleyicilerin devri. Önümüze konulan her şeyi izlemek zorunda değiliz. Elbette
sorgulayacağız ve elbette kalitesini, özenini tartışacağız. Tam da öyle bir
mecradan sesleniyorum sizlere. Ben izleyiciyim! Ben olmazsam, sen olmazsan, biz
olmazsak, kime izleteceksiniz yazdıklarınızı? İzlediğim dizilere gönül
bağıyla bağlıyım. Seyircisinin eleştirisine kabalaşarak cevap verenlere, seyircisini beğenmeyip aşağılayanlara
en güzel cevabı yaptıkları işleri izlemeyerek vermek lazım galiba.
Sanırım, sorgulamamız gereken çok şey var.
Görüşmek dileğiyle…
*Başlık, anneciğimin fikri olup; Margaret
Mitchell’in aynı adlı romanından, sinemaya uyarlanmış 1939 ABD yapımı filmden
alıntılanmıştır.